16-17 Mart Gündönümü. Astana-İstanbul: Zeytinburnu. Allah’ın bir gün boyunca insanlara verdiği güneş ışığını beş saat fazlasıyla yaşayarak, batan güneşle yarışarak İstanbul’un Atatürk Havaalanına konduk. Astana’dan kuvvetli rüzgarla uğurlanmıştık. Burada hafif bir serinlik var. Karşılayan kimseler yok…Yarım saat geçtikten sonra endişelenmeye başladım. Havaalanı çok yabancı değildi. Ne varki endişe başladı bir kere. “Şu söyledikleri bedava izzet-i ikram boş laf olmasın” gibi kötü düşünceler de zihnimi kurcalıyor. Okurken anlaması kolay gelen Türkçenin konuşmaya gelince yabancılaşı-verdiğini hissedersiniz. Nihayetinde polise derdimi anlata-bildim. Cevabını da anladım. Meğer bekleme salonunu şaşırmışım. Havaalanının yolcu uğurlayanları içeriye sokmadığı barikatları hatırladım. Dışarıya çıktığımda şeytankulağını kulağına yapıştırmış halde “İşte geliyor!” diye seslenen ŞükrüAli bana doğru seğirtti. O zamana kadar Hasan Ağamız Münih’ten iki kere aramış bile. Az daha onlar da polise gideceklermiş.
Sesimi duyduktan sonra Hasan Ağanın endişesi hafifledi. Yine de “ Kendisi Münih’teyken İstanbul’a gelen yolcuyu karşılayan kişiyi ilk defa görüyorum” fikri zihnimden geçiverdi. Eminim bıyık altından gülmüştür tabii. Yeğenleri ŞükrüAli ile Ramazan bana dik dik baktıktan sonra “ Oo Ağabeyimiz çok meraklandı, sizi karşılamak için beni taa Salihli’den (mesafe 900km) çağırttı. Memleketinize geri yolcu edinceye kadar gece-gündüz Ramazan’la ikimiz yanınızda olacağız. Kendisi doktorun tavsiyesine uymak zorundaydı. Bu yüzden sizin bütün seyahatinizi programladı. Maltepe (üniversitesine)ye yarın gideceksiniz. Kalacağınız otelin ücreti ödendi. Bundan sonraki programınızı da kendisi takip edecek, dediler.
Böylece emir demiri kesti. Ben Has-Ağa’nın kızkardeşi Galiya ablanın evinde kalacak oldum. Kazakları kanına düşkün derler. Aslında Kazaklar değil, Kazakların kızları kanına düşkündür. Erkekleri kırk düğüm bin beladan kurtarabilecek kadar güvenilir canlardır- ablalarım ve kızkardeşlerim. Bu tecrübe bana çocukluğumdan mirastır. Bu düşünceler içinde, Galiya ablanın kapısı açılır açılmaz… öyle rahatladım ki. Tıpkı kendi halamın-ablamın evindeymişim gibi. Artık Almanya’dakiler endişelenmesin diye düşünürken Has-Ağa’da şeytankulağı zırıldattı. Kendime yapılan hürmeti yadırgamama rağmen yine de şöyle bir lafla çimdiklesem mi fikrine rağmen, sesimdeki müteşekkir ton, kendimi ele verdi. Derhal İstanbul’daki Kazakların “Assalamu aleykum” le gelen hoşgeldin ziyareti başladı. Gecenin yarısı oldu. Aileden miras “tatlı ifadelerle” hepsinin gönlünü aldım. Galiya abla, bütün sülalenin, Kazaklaşan Türklerin, Türkleşen Kazakların hepsinin sığındığı sıcak yuvanın sahibiymiş. Nurgocay Bahadır’ın Hatıratını dağıttım. Gece yarısını geçe hoşgeldinciler de veda etti.
Bizden önce bu evde Muhtar Magavin ile Rımgali Nurgaliyevlerin de kaldığı koridorun sonundaki odadaki yumuşak yatakta bu günlüğü acele yazdım. Tanışacak çok kişi var dendiği için bu gecenin dostlarının çoğunun ismini hatırlayarak kaydetmeye yeltenmedim. Bu satırları yazmak için gerekli olan zindelik de, Galiya ablanın koyu kırmızı sıcak (tavşan kanı).. ve bedava çayıydı. Seyahatlerimde en çok çay ararım, Has-Ağa beni o dertten de kurtardı. Ertesi, sabahın köründe Maltepe’ye gideceğiz. Yurtdışına çıktığımı sezmeden gözlerim kapandı…( …)
17 Mart. İstanbul: Zeytinburnu-Maltepe. Bugün hayırlı bir güne başladık. Ölçüsü kısa bir günün rızkını hayatın üç günlük etkisine eşit saydık. Günün hayrını getiren sabahın tadını tatlandıran şey de, Galiya ablanın sabah kahvaltısındaki çayıydı. Hayatta çayların en güzelini de içiyoruz ama o sabahki kahvaltının önemi farklıydı. Ben annemi erken kaybetsem de, halalarımın, yengelerimin şefkatle büyüttüğü yetimlerdenim. Ben çocukken onlar sabahın köründe kahvaltı sofrasına dolapta ne varsa dizer, çayları tadında demler ve benim kalkacağım vakti beklerlerdi. Beni seslenerek değil, çaydanlıktaki çayın karanfil kokusuyla, öyle şefkatli bir tavırla sessizce uyandırırlardı. Yarabbi! Galiya abla da beni tam onların kullandığı “tertiple” uyandırdı. Tüylerim diken diken oldu, yüreğim ezildi… Meğer ŞükrüAli’yle Ramazan çoktan gelmişler, beni bekliyorlarmış. Sofrada, dedim ya, tıpkı benim çocukluğumdaki gibi…ağız, süzme, yoğurt, süt kaymağı, akıtma, ak kurut, peynir kurutu, ak kurabiye, bal, kavurma, süt, ayran, hurma, zeytin, çilek reçeli, sıcak ekmek, tereyağı. Tıpatıp babaannem Dinakan’ın, halalarım Cabağı, İyzagül, Tübitkan, Ayımhan, Raşkan, yengelerim Sakeş, Külümhan sofraları. Sofradaki çeşitlerin herbirini tek tek tadına bakınca ancak doyacağınız kadar ölçülü servis edilmiş bir sofra. Oyy Allahım! Bu kadar da benzerlik olur muş! Sadece babaannemin ayaklarıma masaj yapması, Cabağı, İyzagül halalarımın alnımı okşaması eksik gibi. Tübitkan ile Raşkan şimdi bile seyrek de olsa beni hala şımartırlar. Artık altmış yaşına gelmişken, onların torunlarıyla yarışmak istemesem de, başım hep onların dizlerine doğru düşme eğilimindedir… Ben bu duygularımı, tabii ki, Galiya ablaya söyleyemedim. Sadece:” Galiya abla, anneden gördüğünüz terbiyeniz olmalı. Dayılarınız asil kişiler olmalı (Alibek Hakim ve Ağabeyi Adilbek Mollanın aldığı hanımları Nayman kabilesinin kızlarıdır). Çayınızın tadından anlaşılıyor dedim. Galiya abla ile Sıdıkan ağa sözümü anlayarak gülümsediler. Şimdiki devrin gençleri olan ŞükrüAli’yle Ramazan sadece bakıştılar.
Bugünün uzun ve yorucu programı için acele etmem gerekse de herşeyi yavaştan aldım. Duygularımı alt üst eden bu güzel sabahın beni beşik gibi sallayan çocukluk yıllarıma döndüren hisleri daha yeni uyanırken, bundan altmış sene önce vatanından on üç yaşında küçük bir kızken ayrılan bu hanımın anasından öğrendiği terbiye ile, ulusunun temel geleneklerini tamı tamına yansıtarak hazırladığı sabahki kahvaltı adetlerini sindire sindire yaşamak istedim. Kazak vatanındaki Kazaklar tarafından bile unutulan geleneksel sofra adabı, artık canları hoş bir sedaya dönüşmüş geçmişte kalmış sevdiklerime duyduğum özlem, babaannem ve halalarımı hatırlatan Galiya abla da benim öz ablammış sözlerini günlüğüme yazdım. İşte, vakit gece yarısını geçmekte iken ben de onların hepsine karşı özlemimin büyüklüğünü idrak ederek, kendimi toparlamam için kalemimi elimden bırakıyorum…
Kalemi elime tekrar aldığımda, gözlerimin önünde İstanbul sabahı canlandı. Sabahın yedisindeki trafik karmaşası, yollardaki sıkışıklıklar, dönemeçler ve arabaların duvarlara sürtünerek yol alışı, tarihteki Konstantiniyye’yi gözlerinizin önüne getiriverir, sizi binlerce sene öncesine götürür gibiydi. Tarihin en eski çağlarından beri Avrasya’nın kapısı olan bu mekan. Asırlar boyunca devam ede-gelen dünya tarihinin, geçmiş uygarlıkların ve sonradan kurulan yeni alemlerin kader çizgileri. Antik dünya ile Türk dünyasının zıtlıkları ile aynılıkları, şehrin birçok noktasında bulunan geçmişin izleri, Topkapı, Ayasofya, Sultan Ahmet günün yirmi dört saati, senenin 365 günü ve ebediyen hep zihinleri işğal ediyor, istemesek de karşılaştırıyoruz, Adım başı tarih. Onu ölçmeyle, tanımayla, ve görmeyle bitirmenin mümkünatı yok gibi. Oldukça dar bir sokaktan geçerken Ramazan: Eski İstanbul sokaklarında gözü kapalı olarak araba kullanabilirim. Ben bu şehirde doğdum ve büyüdüm. Benim mekanım da vatanım da İstanbul’dur. Belediye taşıtları Maltepe’ye üç saatte gider. Ben sizi oraya bir saatte götüreceğim dedi. Böylece yokuşları-inişleri, dönemeçleri-köşeleri, sokakları-caddeleri, meydanları, sarayları geçerek Avrupa yakasındaki eski Konstantiniyye’deki Topkapı’ya geldik. Tam karşımızda denizin tam ortasında, Kazaklarında masallarında anlatıldığı gibi kızını ölümden korumak için denizin ortasına yaptırdığı kulede saklayan ancak sepete giren bir yılan sokmasıyla ölen prensesin adını ölümsüzleştiren KIZ KULESİ vardı. Türklerin gözyaşlarınızı tutamadan seyrettiğiniz acıklı filmlerinden de acıklı bu KIZ KUlESİne gitmemi ve onun resimlerini geirmemi rica eden küçük kızım Nazım’ın dileğini gerçekleştirmenin imkanı doğmuş gibiydi. Kız kulesini yaptıran padişahın (Kazaklardaki ) adı neydi? Akça Han mı, Aknazar Han mı, Karahan mı? Hani o antik efsanedeki hanın adı neydi?.. Dur!.. Ya bu bizi nereye götürüyor? Asss-Sabır. Düşüncelere dalacak vaktimiz yoktu.
İki kıtayı gökyüzünde birleştiren köprü tepemizde duruyordu. Eğer köprüden geçersek Maltepe’ye varışımız üç saati bulurmuş. Köprü yakın, ancak trafik sıkışıklığı nedeniyle yol uzayacak. Gökyüzünden geçen uçak değil ama, havada kanat çırpan kuşlar da o köprüye konmadan geçmez gibiydi. Bu şehirde on altı buçuk milyon insan yaşamaktadır. Yani bütün Kazakistan halkı Avrasya’nın bu boğazında deniz kenarına yerleşmiş gibiydi. İstanbul’un sayısız tepelerinde üst üste inşa edilmiş konutlar. Bazen tek katlı bir evin köşesinden geçerken bazen de kırk katlı binaların arasından yol alırsınız. Mimarlık sanatının binlerce yıllık örneklerini görebileceğiniz bir başka dünya şehri yoktur. Yani İstanbul’a özgü şehircilik problemleri dünyanın başka mega kentlerindekine benzemez. Bu şehir, Şanghay, Şikago, Tokyo veya Sen-Petersburg gibi basit bir şehir değil, çetrefil sehir. Dışarıdan göründüğü gibi Türkiye nüfusu da homojen değildir. Onların içinde de anlayış, kavrayış, köken konusunda farklılıklar var ve binalar, evler, caddeler ve mahalleler sessizce bu farklılıkları açıklamaktadır. Bunların arasında en tehlikelileri Nobel ödülünün sahibi yazar Orhan Pamuk gibiler olarak görünmektedir. Galiya ablanın Türk damadı Mahmut’la yaptığımız edebi sohbet sırasında bu konu açıkça anlaşıldı. Pamuk’un Müslüman Türk dünyasında doğmuş olmasına rağmen onun ruhani yahudilik eğilimini sezmişcesine onun “Benim Adım-Kırmızı” romanını okuduğumda ondan yüreğim soğumuştu. Bütün dünyanın fikirlerine boyun eğdiği bu karakter kendi memleketinde sevilmiyormuş. Bizden de böylesi şahsiyetlerin çıkmaya başladığını görmek çok üzücü. Türk dünyasını çürütecekler böyleleridir. Eski İstanbul’a sırtımızı yaslayarak, Marmara’nın dalgalarına bakarken böylesi rahatsız düşünceler içindeydim.
Eski İstanbul’dan Manzaralar: Bu semaverin içindeki “koyu kırmızı sıcak fakat parayla satılan çayın dumanı tütmektedir.
Anadolu tarafındaki İstanbul’a Marmara denizinden vapurla geçtik. İstanbul’un iki yakasını denizin altından geçen tünelle birbirine bağlayacaklarmış. Şehri ikiye ayıran şey nehir değil deniz ve iki taraftaki mimari yapılarda da farklılıklar var. Anadolu yakasının karakteri Asyalı, burası Taştepe, Sultantepe, Maltepe gibi Türkçe isimlerle Türkleşmiş. Nihayetinde kalabalık yollardan geçerek MaltepeÜniversitesine tam vaktinde yetiştik. Sessiz, sakin, şehir gürültüsünden uzak, sadece ilimle uğraşmaya adanmış bir alana yerleşen üniversiteyi çok beğendim. Vaktiyle bu çok milyon halkın yaşadığı şehrin hayvan pazarı olmuşa benziyor. Konferansın ilk yarım saatinde İstanbul hakkındaki düşüncelerden kurtulamadım. Bütün Kazakistan nüfusu bir şehre toplanmış. Orada akrabalar da var. Antika, Zeus, Troya, Bizans, İskit, Kral Atey, Küriş, İskender Zülkarneyn(Büyük İskender), Sançar(Sencer), Osmanlı, Beybars, Karamanlar, Aksak Timur, Mamay, Esenboğa(EsenBuka), Kunanbay, Şakerim, Mustafa (Çokay)… İşte şimdi de ben geldim. Yeri gelmişken, Kuban Kıpçaklarının geldiği dönemler, Mamay’ın askerlerinin katıldığı zamanlar.. İdil bölgesini idare eden Türkler…Nogayların yurt değiştirdiği dönemler de var. Keşke böyle düşünceler geldiği anda derhal kayda geçirmek için Osmanlı arşivlerinden bu konuların izlerini sürmek vardı. Böyle fırsatlara sahip olabilir miyiz?
İşte daha önceden tanışıklığımız olmayan Güljanat kardeşimiz de geldi. Kibar, becerikli, mütevazi ama cesaretli ve görevinin bilincinde bir kardeşimizmiş. Yirmialtı memleketten gelen alimlerin katıldığı konferansta bana en yakın kişi de Güljanat kardeşimizdi. Türk’ün geliniymiş. Maltepe Üniversitesinin başkanlarına da sözünü geçirebilecek kadar etkiliydi. Konferans on dakika sonra İstanbul salonunda başladı. Rahatladım ve bugünün öğreteceği tecrübeleri dinlemeye hazırlandım.
Maltepe Üniversitesi ile Japonya (Tsukuba) üniversitesinin ortaklaşa düzenlediği ve Amerika, Fransa, Belçika, Rusya, Bulgaristan, Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, İsrail, İran, Hindistan, Afganistan, ve Japonya’dan akademisyenlerin katıldığı “Orta Asya’yı Araştırma Meseleleri: Dünü, Bugünü ve Yarını” konulu uluslararası konferansta bildiriler İngilizce ve Türkçe yapıldı. Programa göre konferans iki gün sürecek. Benim bildirim ikinci günü öğleden sonraki oturuma planlanmış. Sonra katılacağım oturumları planladım. Ben konu başlıklarını bildiğim ve akademik olarak ortaklaşa çalıştığımız Kırgız, Özbek, Tatar ve Rus konuşmacıların bildirilerini nöbetleşe dinlemeyi uygun gördüm. Kazakistandan Tarih Enstitüsünün müdürü Sattar Mecitof, tarihçi Klara Makaşeva, Evrazya Üniversitesinden Mara Gubaydullina,Taysa Marmantova ve insana rahatsızluk hissi veren bir master talebesi vardı. Onların bildirileri günümüz siyasetiyle ilgiliydi. Siyaset konusunda ilmi sonuç olamayacağı için, istikrarsızlığı sevmem. Kudaybergen Jubanof’un küçük oğlu Profesör Askar ağabeyimiz babası hakkında bir bildiri vermek için konferansa katılmış. Tanıştık ve hemen kaynaştık. Ağabeyimizin eşi kendi kocasına yaptığı hizmeti bizden de esirgemedi ve iki günlük konferans süresince sıcak, kırmızı, koyu çay konusunda zorlukla karşılaşmadık. Komik olmasına rağmen, kırmızı, koyu sıcak çay konusu Kazakistan’dan başka bütün memleketlere gittiğimizde en önemli ihtiyaç haline gelmektedir. Türkçeden İngilizceye, İngilizceden Türkçeye çevrilen ve aksanlı şekilde ifade edilen bildirileri anlamak için oturduğunuz yerde on saat boyunca dört dönerken beyninizin yorgunluğunu ancak kırmızı, koyu, sıcak çay ile giderebilir, susuzluğunuzu bastırabilirsiniz. Demekki… komiklik gibi gelmesin. Bu konuyu Askar Ağabeyimiz de anlamış. Eğer çaysız kalsaydık, bu kadar çok düşünceyi günlüğümüze de yazamazdık. Talebeyi öğrenci, kompüteri bilgisayar olarak Kazakçalasak da iyi olurmuş.
Konferansın ilk günkü oturumlarından (toplam 74 bildiri) edindiğim intiba: Bildirilerde ele alınan birçok konular bize de aşina. Sadece Kafkasya bölgesi özellikle de Gürcülerin bildirileri heyecanlı oldu. V.Kiknadce “Beni Rusça konuşan biri olarak düşünmeyin diye konuşmaya başladı. Bunu anlayışla karşılamak gerekir. Rus emperyalizmine zorla boyun eğdirildikleri anlaşılmaktadır. Buna göre Kaf dağı hiçbirzaman ayının tırnağından kurtulamayacak gibi görünmektedir. Japon alimi Hsio Komatsu İslam dini hakkında bildiri verdi. Orta Asya’nın iç ve dış güvenlik meseleleri ile İslam konusunda mütevazılıkla bildiri sundu. Bu konuyu neden seçti? Meğer Müslüman dünyasındaki hareketler dünyayı sona doğru götürür mü konusunda tartışma varmış. Eski Sovyet topraklarındak iruslaştırma siyaseti ve din konusunda bildiri sunan İsrailli Profesör Landau devamlı endişeli şekilde herkesle fiskoslaştı. Meğer bu alim “Ben yahudiyim İsrailden geldim bana kimse dokunmaz değil mi?” tarzında sorular soruyormuş. Asansörde bu soruya biz de muhatap olduk. Soruyu anlamama rağmen “No English” diyerek cevap vermekten kurtuldum. Bu alimin soruları safça mıydı yoksa deneme maksatlı mıydı diye düşünüyorum. Bana bu soruyu yöneltiği zaman dikdik baktığını hatırlıyorum. Bunun anlamı dünyanın 24 memleketinden gelen insanların vücut diline hakim olmak anlamına gelmektedir. Siyasi analizciler için ise bu konuya vakıf olmak siyasi analizciliğin en önemli metodlarından biri sayılır. Ne var ki yüzünden gülümseme eksik olmayan bir alim. İstanbul, bırakınız Yahudileri, Bin Ladin bile gelse farkedilmeyeceği kadar büyük bir şehir.Çünkü İstanbul binlerce yıldan beri dünyanın kapısı olmuş bir şehirdir. Türkler için de yurdışından gelecek tehditten çok ülke içindeki problemler rahatsız ediyor gibi görünmektedir.
Bu konferansta, professor Enverbek Mökeyef liderliğindeki Kırgızlar göğüs gererek dolaştılar ve diledikleri gibi konuştular. Film gösterisi yaptılar. Orta Asya hanlıklarının Osmanlı İmparatorluğu ile ilişkileri konusunda Buhara, Semerkand ve Hive kütüphanelerinde bulunan el yazması kaynaklarla çalışan Özbek alimleri Zumırad Rahmankulavo’nın, Gulşahra Sultanova’nın, Sanobar Şadmanova’nın, Bahadur Rasilof’un, Kaharman Recebof’un sundukları bildirilerin önemi büyüktü. Yurtdışına giden Özbek kardeşlerin Kazakları kirli sularla temizleme adeti olurdu. Şamsiddin Kemaleddin ağabeyimiz “Tarihçi Vasilos Vattatzis haritasında Orta Asya” konulu bildirisinde burada Özbekistan haritada yer almaktadır. Başka memleket yoktur.” Dedi. Ben misafir olduğum için organizasyon meselelerine karışmadım. Ne yazık ki önemli bir şahsiyetin olması böyle konular için gerekliymiş.1730 senesinde Jongar istilası sırasında çizilen bu haritayı biz de biliyoruz. Sabredemedim .”Kazakistan haritada yok muymuş?”diye sorunca ”Öyle bir kaynak yok, Belki Karakalpakistan’da vardır” cevabı verildi. Böylesi anlayışa söylenecek söz yoktur. Yüksek sesle”Aga! Akkalpakların(Kırgızlarıkastederek) içine de, Karakalpakların içine de, alalı takkelerin içine de (Kazakların) tımakı sığmaz. Islam ağabeyin değil, Islam (dininin) yoluyla yürümek doğru olur” dedim. O cevap vermedi. Türkler de güldüler. Oturum başkanı Kırgız professor Enverbek Mökeyef anlamasına rağmen önemsemedi. Kahve molasında “Tayke! “Manas’ın yarısı Kazaklardır. O Kazakları takkenin içine değil, hiç olmazsa akkalpağın içine de sığdırmadınız.” şeklinde şakalaştım. Adetlerine yerleşmiş Kalmakvari gülümseyerek ”Öyle, öyle” dedi. Özbek kardeşlerin günümüzdeki tavrı aşırı İran tavırları ve sartçılıkla zehirlenmiştir. Türk dünyası ve Türk tarihi onlara yabancıdır. Hristiyanlık, Judaizm ve sonra Müslüman dininden kaçanlar, ateşperestler- göçebe Yahudiler, Hazarhanlığını yıkanları Kazaklar sart adıyla anarlar. Sadece ırk olarak Türk olanlar Özbektirler. Özbeklerin kesinlikle kabileleri vardır. Dolayısıyla Özbek alimlerine sizler Özbek misiniz? Sartmısınız? diye kibarca sordum. Tarihte Mısır’da ve İran’da Özbek kardeşlerimizden gördüğümüz kötülükler sadece bununla kalmamıştır. Hepsi de kendi boylarını söylediler. Hatta bizim Sanobar, Ökireş isimli ceddimizin soyundan geliyormuş. Sadece Zumırad “Ben boyumu biliyorum ama söylemem. Biz bölünmeyeceğiz” dedi. İyi bir alim ve üstelik hanım. Ee devlet zoruyla; bölünüyorsa da, bölünmeyeceğim demesiyle İslam Akanın kullandığı siyasetin sirayet ettiği anlaşıldı. Belki de jurnalden korkar diye daha çok ısrar etmedim. Aslında kabileciliğe ben de karşıyım. İnsanı kendi milletinden soğutan siyasetten hoşlanmıyorum, kızıyorum. O güzel günün canımı ağrıtan sızısı bundan ibarettir.
Bu siyasetin bir başka ifadesi, bütün Türk asıllı sanatçıların Nevruz akşamı münasebetiyle yaptıkları gösteride de ortaya konuldu. Özbekistan ve Türkmenistan’dan hiçbir sanatçı katılımı olmamıştı. Yirmidört saat boyunca meydana gelen dördüncü değişiklik ve bizim seyahatimizi uzartan karar buradan başladı. Konferans akşamında yukarıda ifade ettiğim ruh hali içerisinde otelin lobisinde dururken, Kazak milli kıyafetleri giymiş kızlar gözüme çarptı. Genç erkekler de gördüm. Damağımıza tümor gibi yapışan Rusça ile bu dili konuşan çeşitli kıyafetler giymiş sanatçılar gruplar halinde geldiler. Onların kim olduklarını sormadan Tatar, Gagauz, Azeri, Altaylı, Hakas, Toba olduklarını anlamıştım. Bunların lideri kim mi diyorsunuz. Kesinlikle, yetmişli yıllarda dünya orkestrasının baş kemancısı, dünyadaki dinleyicilerinin yakından bildiği, Kazakistan’ın kültür eski bakanı şimdi Türksoy başkanı olan Düysen Kaseyinof! Görüştüğümüzde hemen kucaklaşırdık. O adetimizi yine tekrarladık. “Ben senin geldiğini duyunca sevindim. İşim var .Görüşmeyeli çok oldu, beraber olalım. Bütün istediklerini yaparım” dedi ve yoluna devam etti. Konser eski Sovyet dönemi sırasındaki sanat günlerini hatırlattı. Fakat bu sefer içeriği de görüntüsü de milli, evet evet Türke has! Hakas-Altaylılar “Umay! Umay! Altın Kubay(beşik). Verme sele evladı oylay(düşünerek) sözleriyle makama uygun dans ettiler. Tatarların şarkıcı getirmemesine şaşırdım. Ama Kırımçakların dansı, özellikle kuğunun kanatlarına benzeyen kızların parmakları resmen konuşuyordu. Ne desenizde Bahçesaray’da harem geleneği olduğu için, onların dans ve hareketlerinden bayanlara has asalet farkediliyordu. Kırgızlar “Manas” destanlarıyla, Kazaklar dombıraları ve Akkuv-Kuğu danslarıyla katıldılar. Hepsi dans gösterisiydi. Gece dansla açıldı, dansla sürdü ve dansla kapandı.
Bahçesaray Dansçılarıyla Karagandı’lı Laleler
Akşamında verilen kokteylde sofrayı bütün Türk dünyasını idare eden ve hepsine baş eğdiren Düyseken bütün misafirleri selamladıktan sonra bana geldi: “Senden ricam bu 14 ayrı halktan gelen sanatçıların adından Türkiye’nin Milli Eğitim ve Kültür Bakanlarının önünde bir konuşma yapman. .Senin Türkiye’de olduğunu duyduğumdaki sevincimi boşa çıkarma. Yarın Ankara’ya gidiyoruz. Sonra Altay köyü ile Salihli’ye gideceğiz. Bunu reddetme. Masrafların ödenecek. Gerisini Askar halleder.” Dedi.Askar Turgambayef, Rahan’in talebesi kültür konusundaki baş danışmanı, doktora yapmanın faydası olarak istersen taleben, veya talebenin talebesi, belki jürisinde de vardın. Askar Çora Batur destanı hakkında tez savunması yapmıştır. Rahan-ın talebesi.Rahan’ın bütün talebeleri Türkçüdürler hem mütevazidirler. Oraları ömrümde bir kere görmeyi hep istemiştim. Ama yarın bildiri sunmam gerek. Üstelik bedavayı ne kadar çok sevsem de, benim bu seyahatimin sebepçisi olan “Bedavacıların destekçisi Hasan Ağabeye danışmam gerekiyordu. ŞükrüAli ile Ramazan sabah gelecekler. Üstelik Galiya abla, İstanbul’daki Kazaklara haber vererek benim şerefime vereceği yemeğe hepsini davet etmişti. Böylesi endişelerle Askar ikimiz Elmira yengenin koyu, kırmızı ve ikide birde holde demleyerek getirdiği çayı içiyorduk. Benim için 29 saate ulaşan bu uzak gecede yaşadıklarımı günlüğüme yazmaya başladım.
Pencereden yıldızlara baktım. Maltepeden doğuya doğru gidiyorlardı.
18 Mart. İstanbul: Maltepe. Dün günlüğüme yazdığım uzun hatıraların etkisi midir, orta parmağım sızlayarak uyandım. Bu her zaman olan bir şeydir. ŞükrüAli ile Ramazan da hemen gelmişler. Düys-Ağa’nın teklifini söyledim: “ Endişe etmeyin, Hasan Ağa, kendi misafirini Türkiye’nin ikinci sayın başkanlığını yapan Köksal Toptan bey ve daha başka iki bakan kabul eder ve görüşürse çok memnun olur.” dediler. Galiya abla da dayıları adına böbürlendi. Benim 25 sene önce dilime doladığım bedavacılığı bunlarda öğrenmişler. Aslında o acı gerçeklerden kaynaklanan bir terimdi. İşte şimdi de cep telefonu yerine kullandığım şeytankulak gibi uluslararası terime dönüştü. Ah Orazgül beğüm ile Şerüvbay kardeşim bunu onaylamazlar ki. Ben hemen şeytankulakla görüşeyim derken, Hasan Ağa’nın kendisi telefonla haberleşti. Bu hareketinin ne kadar düşünceli bir tavır olduğuna hayranım. Yeğenleri onun dediklerini harfi harfine uygulasa da yine onları uyarmak ve benim işimi takip etmek için arıyordu. Tabii onun bu dakik disiplini ne kadar Kazak olduğunu söylese de, artık Almanların “pünktlich” dakikliğini aldığını gösteriyordu. Çünkü onun bu tavrı, insanların herşeyini kıskanan ama uykusu geldiği zaman babasının katilini bile affediveren Kazakların davranışına hiç uymuyordu. Çünkü tam o saatte Münih’te sabahın saat altısı olmalıydı.(Burada yazar, bilmez, kırk sene Almanya’da yaşasa da, 28 sene Amerikalıların Azatlık radyosunda çalışsa da, Hasan Oraltay çocukluğundan beri sabah namazını o saatte eda etmeden gününe hiç başlamaz… Akşamları da işten eve gelip yatmadan önce günlük namazlarını kaza ve eda etmeden yatağa girmezdi. Çevirenin Notu.) “Bakıcısı iyi olursa yarış kazanmayacak at olmaz, davetçisiyle anlaşırsa, misafirin gitmeyeceği yer olmaz (Baptavşısı kelisse-şappaytın at cok, şakıruvşısı kelisse-barmaytın colavşı cok) dedi. Gerçekten ! Beni davet edenlerin ikisi de sözünde durdu. Fakat o gün (Ankara’ya) gidemedim. Sunulacak bildirim vardı. Üstelik konferansın sonuç bildirisini dinlemeden gidivermek terbiyesizlik olurdu. ŞükrüAli ve Ramazan’a sizin de işiniz vardır, bir araba kiralayalım ve beraber gidelim teklifini yaptım. Hemen kabul ettiler fakat Şükrü Ali:”Ozaman ben sizi uğurlayamayacağım, ayın 27-28-inde yerel seçimler var. Ben belediye meclisine AK partiden adayım. Bu parti şimdi iktidar. Politika yapıcılık da, bütçe konularıda onlar tarafından belirleniyor. Sadece Has-Eke’nin talebiyle sizi karşılamaya geldim. O şahsın emirlerini yerine getirmek zorundayız” dedi. “Anlaşıldı, ben de bu izzet ve ikramın sebebini merak ediyordum. Biz Salihli’ye gidince sen bizden ayrılırsın. Türkiye’yi böyle gezme fırsatını bir daha bulamayabiliriz. Bu yolculuğun mali konularını Düyseke’nin tanıştırdığı Askar ile görüşürsünüz. Kabul ederlerse yarın rahat bir araba ayarlayın. Sen geri dönüşümüzde Salihli’de kalırsın.Ben Has-Eke’yle konuşur seni azad ettiririm.” dedim. Anında cep telefonu (şeytankulak) ile konuştuk ve meseleyi hallettik. Böylece sadece Ankara’yı değil bütün Türkiye’yi yüzde yetmiş oranında otomobille gezecek olduk. Ne kadar çok tarihi yerler göreceğimi düşünmekle bile mutlu oldum.
Böylece konferansın ikinci günü başladı. Uzun-kısa, anlamlı-anlamsız, bilinen-bilinmeyen konulardaki bildirilerin genel amacı bilgi toplamak maksadıyla yapılmış gibi geldi. Ancak benim bilmediğim bir sonuç çıkmadı. Ben çok mu detaylı çalışıyorum, yoksa araştırmalarım ve tecrübelerim çok mu derindir bilinmez. Altmış yaşa gelinceye kadar epey çalışma yapmışız. Belki bu yüzden olsa gerektir. Bu konferansta; Hindistan, Pakistan, Afganistan gibi bölgelerde jeosiyaset, İran’daki Türk asıllıların durumu, Doğu Türkistan hakkındaki arkeolojik ve siyasi araştırmalar, Usul-ü Cedid hakkındaki çalışmalar, Sovyet dönemindeki din ve dil siyaseti, Kazakistan, Gürcistan ve Ukrayna’daki Hristiyan Türkler, Türkiye’nin Avrasya bölgesindeki nüfuzu, Doğu ve güney Kırgızlarının siyasi bölünmeleri, Orta Asya’daki Kuşanlar hakimiyeti, Enver paşanın Orta Asya maceraları, Sovyet Döneminde Orta Asya tarihine bakış meseleleri, Orta Asya’daki NATO etkisi, Kafkasya’daki siyasi bölünmeler ve Karabağ konuları ele alındı.
Evet, görüşlerin yayınlanması, tartışılması ve pratikte uygulamaya konulması zorunluluğu farkediliyor. Ne yazık ki araştırma konularının hepsi geçmişle ilgili. Siyasetçiler o vakte kadar daha nice tartışma konuları bulacaklardır. Konuya böyle yaklaşınca tarihçilerin rollerinin sadece kaydetmeyle sınırlanacağını düşünmek cesaret kırıcı. Fakat onu da yapmak farz. Bu konunun Kazak siyaset adamlarının aklına gelmeyeceğine eminim. Çünkü biz Kazaklar siyaset belirleyemiyoruz, çünkü biz elimize başkaları tarafından verilen programları uygulamakla yetiniyoruz. Avrasya bölgesindeki siyasetin Astana’da uygulanması konusu İrina ve Aleksandr Selyeznef’lerin sunulmayan bildirilerinin özetinden açıkça görünmektedir. Güljanat’ın yapımcılığını üstlendiği Kırgızlar film gösterisi( ben Üniversite kütüphanesine AlaşOrda ile Milli Bağımsızlık hakkındaki kitapları hediye ettim) ve plaket dağıtımı sonrasında konferans sona erdi.
Yurtdışından gelen Kazak ve Özbeklerde vardı. Fakat onların fikirleri bana göre basit gibi geldi. Onların ilme bakış açıları bize göre daha yüzeysel gibi geldi. Bildirileri bir insan değil adeta yapay zeka sunuyormuş izlenimi vardı. Fakat ilim aslında her şahsın bireysel bakış açısını yansıtmaz mı? Galiba benim master talebelerimin çalışmaları bile bu bildirilerden daha samimi ve önemli görünüyor. Belki benim şahsi ilgim sebebiyle öyle görünüyordur. Ne yazık ki böyleleri, gelecekte yurtdışında falanca sene okumuş ve filanca uluslararası konferansa katılmış olarak bize gelir de bizim talebelerimizi küçümserse fikri beni kızdırmıyor değil.
Şahsi olarak benim çıkardığım sonuç şudur: bazen elimizin altındaki işleri ele almakta zorlanırız. Aslında bildiri özetlerini bilgisayar ortamında sunmanın büyük bir zorluğu yoktur. Bildirilerin ingilizcesini de önceden hazırlamak mümkündür. Üçüncü olarak, halkımızı tanıtacak şahsiyetler konusunda geride kalmışız. Askar Kudaybergenov ile benim “Milli ve Sovyet Cezalama Siyaseti” başlıklı bildirim beraber sunuldu. Bizlere sorular yöneltildi. Bizim oturumdaki tercüme işini bir Kırgız kızı üstlendi. Çok güzel tercüme etti. Kazaklar bu konuda Kırgızların seviyesinden de geri kalmışlar. Bu konuda da kabiliyetli olmak gerekirmiş.
Kahve molasında Komatsu beni göstererek Japon Casusu dedi. Kaynaklar konusunda bilgi aldı. O daha önce bu konuda çalışmamış. Türkçe biliyordu. Kazakça ve Kırgızcayı anlıyordu. Özbekçe konuşuyordu. Bu dört dile bir de Japonca telaffuzu eklersek, sohbetin nasıl ilerlediğini tahmin etmek zor olmasa gerektir. Sonunda Güljanat’ın tercümanlığını kullanmak zorunda kaldık. O sırada Güljanat: “Sizinle Zeki Velidi Togan’ın kızı Prof. İsenbike Togan tanışmak istiyor” dedi. Efendim?! Böylede ani tanışmalar olabilirmiş. Yüreğimi avucumun içine alır gibi bir hareketle İsenbike Begüm’ün avuçlarına koydum. “Bunun içinde sizin babanızın özlem duyduğu Alaş İstiklalinin Nefesi var” dedim. Gözleri yaşardı. “Babam ve Başkurtlardan sadece siz bahsettiniz” dedi. O kısa kahve molası sırasında yaptığımız bu görüşme bize uzun ve duygulu bir karşılaşma gibi geldi. Zeki Velidi’yi sorgulama ve onun geride kalan eşi konusunda bilgi verdim. Duyğulu bir tavırla: “ Ben babamın ikinci Tatar(Nogay) hanımından doğdum. Başkurtistan ve Kazakistan adı geçince babam göz yaşlarını tutamazdı. Sizin konuşmanız sırasında onu hatırladım. Geride kalan eşinin öldüğünü sanıyordu. Altmışlı yıllarda birinci eşinin hayatta olduğunu ve torunlarının bile olduğunu duyunca çok ağladı. Biz haberleşiyoruz. Ben de hocayım.” dedi. Zeki Velidi’nin sorgulamasını da konu alan “Uranım Alaş!” kitabımı: “Alaş İstiklalinin bir damla göz yaşı olarak İsenbike Begüm’e ithafla” yazısıyla kendisine hediye ettim. Resim çekildik. Nedense bir türlü ayrılamadım. Vedalaşmaya kıyamadım ve arabaya kadar uğurladım. Bu hayatta çok farklı kader kurbanlarıyla tanıştık. Fakat İsenbike Begüm ile tanıştığım zaman ki kadar heyecanlanmamıştım. Niye daha önceki günden beri haberim olmadı? Hayıflandım.
Askar Ağabeyimiz babası Kudaybergen Jubanof’u tutuklatan alimin suçunu kabullendiğini gösterdi. 1951 senesindeki özgeçmiş beyanında “Halk düşmanını belirleme görevinde aktif rol aldım. Bu meyanda Kudaybergen Jubanof’un milliyetçi teorisini açığa çıkardım.”, şeklinde ifadeler varmış. Bu bilgiyi Askar Ağabeye söyleyen akademik hakkında benim şüphelerim vardı. Bu konuyu Elmira yengenin koyu çayını içerken ele aldık. Ağabeyimizin kederi dağılmamıştı. Onu nasıl teselli edeceğimi bilemedim. Benim de hatırıma Kudaybergen’in Alaş liderleri hakkındaki bazı fikirleri geldi. Ama artık onu kullanamayacağım.
Maltepe’deki ilmi değerlendirmeler günlüğün kaldırabileceği konular değil. Ertesi günü düşünerek günlüğü elime aldım. Sabahki rızkımız Tanrıdan. Yine orta parmağım sızlayacağı için uyuyamayacağım.
Достарыңызбен бөлісу: |