19 Mart. İstanbul-Ankara. Sabahki vedalaşmalardan sonra oteldeki odama çekildim. Kar atıştırmaya başladı. Her zamanki yere değmeden havada eriyen türünden. Halbuki televizyon haberlerinde “ böyle yoğun kar İstanbul’akışın da yağmamıştı” şeklinde haberler verilmeye başladı. Ama bizim diyarda böyle hafif yağışlar beşikteki çocuk oyuncağı gibi karşılanır. Astana’daki tipinin etkisi buraya ancak yetişmişe benziyor. Trafikte sıkışıklık olmuş. Şükrü Ali ile Ramazan da geciktiler. Meğer İstanbul’da bir caddede olan trafik problem bütün yol boyunca akan trafiği etkilermiş. Üstelik hırsızlık olmuş ve hırsızı yakalamaya çalışanlar da trafiğe takılmışlar. Bizim belediyeciler” haberleşmese de ben televizyondan takip ediyordum. Sonunda onlar ancak öğle saatinde gele-bildiler. Bu dört saatlik süre boyunca edindiğim intiba; hava durumunun çok zorlu koşullarda devam ettiği Kazakistan’daki Kazakların çok dayanıklı olduklarıydı. Geçmişte göçebeler, taştan yapılmış kalelerde oturan ve devamlı ordusu olan Bizans’ı nasıl yendiler diye merak ederdim. O sorunun cevabının tabiat olaylarına dayanıklılıktan kaynaklandığı şimdi belli oluyor. Sıcak iklimlerde yaşayan insanlar zamanla dayanıksızlaşıyorlarmış. Onlar hayatlarında bir kere ölürler. Ama göçebelerin hayatı hergün ölmek ve dirilmekle geçer. Kurtlar gibi mücadeleli hayat sürdürmeleri de işte bu sebeptendir. Bu seyahat süresince, Türkiye’nin dört köşesini gezip-göreceğe benziyorum, buna dikkat etmem gerekiyor. İkinci konu ise hava durumuyla ilgili haberlerdeki panik havası ile İstanbul’un hangi köşesinde ne çalındı, nerede kaza oldu, Oteldeki çalışanların konuştuğu da bundan ibaret. Futbol hakkında da konuşulmuyor çünkü o konudaki haberlerde saniyesinde televizyondan yayınlanıyor. Bu satırları yazarken benim “belediyeciler” de geldiler. Yollara düştük.
Her zaman ki adetim üzere, gözüme ilişen bütün mekanları, geçmiş tarihleriyle beraber hayal ederim. Mekan isimleri hep tanıdık. Tamı tamına Kazak isimleriydi. Bizim (Kazakistan) yolarındaki gibi Pokrovka, Mihaylovka, Kiyevka, Sofiyevka, İlyiçevka, Algabas, Ridder gibi isimlerin yerine Kocaeli, Sakarya, Bolu, Çanakkale, Karaburun, Karayurt, Angar, Sakızsu, Yenikora, Köseler, Buruncuk, Çandırlı, Birkamav, Zeytindal, Akçay, Aksaray, Asandağ, v.b. isimlerle anılıyor. Bu ifadelerden bile bölge tabiatı ile tarihini anlamak mümkündür. İşte bu özellik gerçek manevi bağımsızlık demektir.
Yollar ve yol isimleri, bugünkü Kazakistan Kazaklarının en önemli meselesidir. İstanbul ile Ankara arası 600 km.dir. Şehirler-köyler, dağlar-tepeler, ovalar-yaylalar, yüksekdağların bağrını delerek yapılan tüneller, köprüler ulaşım için çok rahat şekilde inşa edilmişler. Önce deniz kenarından geçen ve sonra Ankara’ya doğru yükselen otobanlar yolu oldukça kısaltmış. Ah keşke bizim (memleketin) bozkırlarında da böyle olsaydı. Dünyanın en gelişmiş ülkeleriyle aynı seviyeye geleceksek önce yollarımız böyle olmalı. Eğer bunu başaramazsak biz geri kalmışlıktan kurtulamayız. İstanbul’un kenar mahalleleri ile denizdeki gemiler bile sizi yüz elli km kadar mesafeye uğurlarlar. Yükseklere çıktıkça tabiatın güzelliğine hayran olursunuz. Bir tarafta deniz diğer tarafta dağ yamaçlarıyla kaplı bir alandan geçerken lapa lapa yağan kar gözünüzü alır. Bir başka anında tünelden çıkarken veya bir virajı alırken, birden bire sağanak yağmurla karşılanırsınız. Bu yolculuk sırasında , insan senenin dört mevsimini birden yaşayabilir. Önünüze çıkacak yeni tepelerin ardında da benzer değişiklikler meydana gelir. Genel olarak Türkiye, dağları ve ovaları, yaylaları düzlükleri ile kışın yağan karın vaktinde erimesine olanak veren verimli bir ülke imiş. Her bölge oradaki iklime uygun bitkilerle, bölgeye has hayvancılık ve tarımla uğraşıyormuş. Şehirlerin çevresindeki kırsallarda bile birer ikişer hayvanların otladığını görünce köylerde süt ve yünün önemli olduğu anlaşılıyor.
Benim en çok şaşırdığım şey, köylerde her evin bahçesinde düzenli şekilde dikilmiş ağaçlar ve bitkilerin olmasıydı. Üzüm, mısır, zeytin, buğday, arpa, gibi bir çok ürün görmek mümkün. Fakat özellikle ağaçların nasıl bakıldığını merak ettim. Meğer en büyük gelir kaynağı onlarmış. Türkiye’deki ormanlarda dallı ağaçlar olurmuş. Ancak ticaret için dalsız kavak misali uzayan ağaçlar tercih edilirmiş. Bedava yatırım. Halbuki Kazakların köy evlerindeki bahçelerde ağaç yoktur. Bunu düşününce aklıma. Şair Abay’ın.”Hiç olmazsa hayvan gütmeyi bile öğrenemedin.” sözü aklıma geldi. Bilmem ki bizim Kazakistan’daki hayatımız, laf sağmakla, laf kazmakla, laf ekmekle, tartışma çıkarmakla, tartışma satarak, öç almak ve kin gütmekle pişmanlıkla mı geçip gidecektir. Çünkü bizim geçmişimizde başka izlere rastlamak da pek mümkün değil. İskitler döneminden itibaren Mustafa (Kemal) Atatürk dönemine kadar ki zamanların hepsinde savaşlardaki kilit meydanı olan bir bölge vardı. Oraya ne vakit varacağımızı merak ediyordum. Meğer o bölge eski yolun boyunda ve tünellerden birinin geçtiği tepelerin üstünde kalmışmış. Ama bu dağlar meşhur bir Selçuklu beyinin ismiyle Böle(Bolu) olarak anılırmış. Onun kızına bizim (Kazakların) Madi, Tavke, Rıskul ya da İmanjusip gibi bir yiğit aşık olmuş ve sonunda beyi öldürmüş. Selçuklular : “Adaletsiz beyi cezalandırman doğrudur. Fakat o Selçuklu askeriydi. Yani sen Selçuklu idaresine karşı çıktın, el kaldırdın.”, diye yiğidi asmışlar. O konudaki bir sürü dizilerden bazıları Maltepe’de dikkatimi çekmişti. Ancak isimleri unuttum. Büyük seferlerin hepsi de güney doğudan güney batıya kadar bütün alanlarda gerçekleşmiş. Şakasız yolculuk bitmez ki, Şükrü Ali ile Ramazan’a kurdu açlıktan öldüren koçun hikayesini anlattım ve biraz mola verdik. Otobanda mola yeri çok değildi. O yüzden oraya Çanak-kalgan(Çanak kalmış) ismini verdim.
Yüksek geçitlerden akıp giden asphalt birden eğimli bir yola geçti. Önümüzdeki düzlükte, uzaklarda kırmızılı-mavili şehir ışıkları göründü. Meğer biz hep yüksek tepelerin üzerinden gitmişiz. Ankara şehri ise karlı tepelerin arkasında etrafı da yüksek tepelerle kaplı çevresindeki binalar çok katlı olarak yapılmış. Türkler için küçük sadece 2,5 milyon nüfuslu kültür ve ilim merkezi olarak inşa edilmiş. Ankara’ya yaklaşırken batmak üzere olan güneş ışıkları altında Aksak Temir ile Bayezid’in savaştığı alan olan Esenboğa’yı gözlerimle aradım. Türk milletinin batıdaki nüfuzunu zorlayan, dolayısıyla Rus imparatorluğunun Karadenizde güçlenmesine sebep olan, Dospanbet ile Şalkiyiz ozanların şiirlerine konu olan Azak denizini kaybeden, AltınOrda’yı yıkan, ve böylece bütün Türk asıllı halkların topraklarının istilasına sebep olan bahtsız savaşın geçtiği Esenboğa düzlüğü.. Hıçkırığı hiç bitmeyen Türk dünyasının şanssızlığının başlangıç noktası. Keşke o dönemdeki savaş haritasıyla gezebilseydim. Fakat ne yazık ki artık orası havaalanı pistinin altında kalmış.
Bizim gideceğimiz semtin adı “Kızılay”mış. Merkez. İstanbulla karşılaştırınca, Ramazan yabancılık çekti ve caddenin (gerçek manada) 50 metre ilerisindeki Enerji otelini ancak iki saatte bulabildi. Tavşan yuvası gibi bir çıkmaz sokakmış. Gecikmiştik ancak akşam yemeğine yetiştik. Sanatçılar daha yeni Gazi Üniversitesindeki konserden dönmüş yemeğe oturmuşlarmış. Düysekem-Düysen Kaseyinov, gözüme sıcak geldi. Çora Batur konulu doktora tezi savunması yapan Askar Turganbayef’in yardımlarına gark olduk. Düyseken-“Sabah erkenden Anıtkabre gideceksiniz, programınız öyle başlayacak” diye tembihledi. Önce Kültür Bakanı Ertuğrul Günay, sonra Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik ve daha sonra Parlamento başkanı Köksal Toptan’ın kabulüne katılacaktık. Köksal sözünü anladım, gök yeleli anlamında. Toptan sözü ise, toplumun lideri anlamındaymış. “Belediyecilerde” yerleştiler. Artık bir duştan sonra elime kalem aldım. Yan odadaki Azeri sanatçılar, Sovyet döneminden kalma adetlerini tekrarlayarak eğleniyorlar. Kıbrıslı yan oda komşum sessiz. Yarın bir fırsatını bulursam onunla sohbet edeceğim.
Ankara, kırmızılı yeşilli renklere bürümüş canlı bir şehir. Nedendir bilmem gözümün önünde Aksak Temir’in önünde eğilmiş Yıldırım Bayezid Sultan, karlı-tipili, yağmurlu-çamurlu tepelerin hayali belirmekte. Evet böyle hayaller unutulmaz.
20 Mart.Ankara.Enerji. Hacettepe. Sabah ezanıyla uyandım. Tam benim penceremin önünde cami varmış. Aşağıya indim. Paldır-küldür, acele-macele. Kimi milli kıyafetini giymiş, kimi enstrüman kutusunu taşıyan sanatçılar. Herkese programlarını tekrarlayan Türksoy’cu gençler. Endişeyle kahvaltı ettik. Koridorda birisi çok sıcak bir şekilde selamlaştı. Ben tanıyamayınca, ‘Ben Bekarıs’ım” dedi. Öyle olmalısın diye ben de kucağımı açtım. Dilimin kaşıntısına deva olacak kadar sözden anlar. Sevindim. Grupla yapılan seyahatlerde “keşkesiz”lik mümkün değildir ya. Benim yol arkadaşlarım daha önceden programa dahil olmadıkları için resmi kabullere katılamayacaklardı. Yapacak birşey yok. Onlar Salihli’ye dönecekler. Ben üçgün sonra gideceğim. Şükrü Ali yerel seçimlere katılacağı için razı oldum. Bekarıs ta bana iyi yoldaş olabilirdi. Türkçeyide su gibi biliyor. Doğuştan Allah vergisi. Kiralanan arabanın parasını Düyseken’le hallettirdim. Kültür Bakanlığına gittiğimiz zaman Düyseken kaşlarını çatarak: “Sen müzeleri severdin. Senin için fırsat yaratmak için zorla programa eklettirmiştim Anıtkabre niye gelmedin? Öyle fırsat herkese verilmez orada konuşma yapacaktın.” Dedi. Sabah ben Anıtkabre gitmek istediğimde, organizatörler, Bakanın kabulüne gideceksiniz lütfen ayrılmayın diye engellemişlerdi. Yanlış anlaşılma. Fakat bütün Türk dünyasının şuurunu yücelten liderin ruhuna saygı göstermek benim farzımdı. Yüreğim ağrıdı. Gençlerin morali bozulmasın diye Düyseken’in gönlünü ben aldım. Yüzü o kadar sıcak bir insanın, hiddeti de çok etkiliydi. “Artık benim arabama bineceksin” dedi. Baş üstüne dedim.
Kültür Bakanı Ertugrul Günay’la görüşme rahat geçti. Bakan da bizi güleryüzle kabul etti. Ne desek de kendi sahası. Kabul sırasında kardeş halkların dostluğunun altın dizginini elinde tutan Türksoy başkanı Düyseken-Düysen Kaseyinov ta Türk asıllı halkların kültürel ilişkilerinin önemine değinerek Türksoy’u Türk asıllı halkların UNESCOsu seviyesine yükseltmek istediğini belirtti. Bakana Dede Korkut’un kopuzunu hediye etti. Ben grubun yaşlı üyesi olarak konuşmamı üç ana başlık halinde sınırladım. İlk olarak gelecekte ulus olarak yaşamaları konusu belirsiz olan Kırımçaklar, Gagavuzlar, Nogay, Karayim, Kumık, Karaçay, Adige ve Malkarlarin kültürlerini geliştirmek için kardeş ve bağımsız cumhuriyet devletinin sorumlulukları hakkındaki fikirlerimi beyan ettim. İkinci olarak, edebi eserlerin çevirilerinin planlı programlı olarak ele alınmasını, Türk asıllı halk ve toplulukların ortak çeviri serileri olmasını ve böylece edebi konularda ortak tercih ve ortak bakış açıları oluşturulmasına yardımcı olunacağını belirttim. Aksi halde, Nobel ödülü alan Orhan Pamuk’un edebi tercihi Türk asıllı halkların talebini karşılamıyacağını söyledim. Üçüncü olarak, Türk kardeşlerimiz buraya gelen Kazaklara çok sıcak muamele etmişler. Artık onların sanat konusunda da gelişmelerine yardımcı olunmasını talep ettim. Şimdi biri Ak Partiden diğeri Bozkurt partisinden iki kişi yerel seçime katılıyorlarmış diyerek onlara da bir fayda eder miyim niyetimi belirttim. Bunu hisseden Düyseken “Aman burada seçim propagandası bitti. üstelik seçim konusuna hükümet karışmaz” diye araya girdi. Fakat Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in kabulunde de Ak Parti ve Bozkurt partisinden bahsetmeden bu konuyu tekrar açtım. İlave olarak ilmi terimlerin ortaklaştırılması konusunu Avrupa’yı(bizden) çok önceden bilen ve bilgisayar dilini iyi öğrenen Türk kardeşlerimiz ele alsınlar talebimi ifade ettim. Bilim konusundaki ilişkilerimiz gelişme göstermekte olmasına rağmen, bilim özellikle de teknik bilimler konusunda daha başlangıç noktasında olduğumuzu söyledim.
Parlamento başkanı Köksal Toptan’ın kabulü çok samimi olarak geçti. Üstelik Düyseken de böyle uluslararası resmi kabullerde çok bulunduğu için tecrübeye sahipti. Kurallara uyarak, Türkçe konuşarak, gönül alırcasına konuşunca Köksal Toptan’ında yüzü güldü. Ben de sıkılmadan fakat her bir kelimemi dikkatle seçerek bütün Türk milletinin, Türk dünyasının saygıdeğer başkanı diye hitap ederek: “Şahsınız ve sizin aracılığınızla bütün Türklerin Nevruz bayramını kutlarım. Kardeş halkları birbirine yakınlaştıran ve onların ilişkilerini güçlendiren can damarı kültürdür. Kültürel ilişkilerin olmadığı ortamlarda birbirimize yabancılaşırız. Biz Kazaklar, Sovyet döneminde Türkiye’yi bağımsızlığın bayraktarı olarak bildik. Altmış üç bin Kazak aydını Alaş ideali ile “İttihat ve Terakki” partisinin destekçileri suçlamasıyla kurşuna dizildi. O zulümlerden kurtulmak için sizin ülkenize gelen Kazaklar İstanbul’da, Altayköyünde, ve Salihli’de belediye seçimlerine katılıyorlar. Türksoy aracılığıyla yapılan çalışmalarla, Türk dünyasının ülkü birliği, Ruh birliği ve diğer ilişkileri (Dilde, Fikirde, İşde Birlik) gelişmeye devam etsin” diyerek bu üç dileğe, ilmi konferans çalışmalarını da ekleyerek bir konuşma yaptım. İsmail Gaspıralı’nın bu sözünü o (Köksal Toptan) da başını sallayarak kabul ettiğini belirtti. Tatar yazarı Marsel de bir konuşma yaptı. Nevruz sofrasına buyur edildik. Sonradan Düysen’le üçümüz resim çekildik. Otobüsle geri dönüldü. Böylece benim resmi görevim sona erdi. Artık serbestim. Bu görüşmelerin hedefi ise , Türkiye’nin ikinci büyük liderinin Türksoy temsilcileriyle görüşmekle Türkiye’nin temel siyasetindeki eğilimleri etkilemekmiş. Ondan sonra bütün valiler bu konuya dikkat edecekler ve bu konu televizyon haberleri vasıtasıyla bütün yurda duyurulacak.
Öğleden sonra Hacettepe üniversitesine gittik. Erken gitmişiz. Meğer bu ülkede trafik sebebiyle bütün görüşmelere iki saat erken gidilirmiş. Sanatçılar gösteri için askeri okula gitmişlerdi. Onları da iki saat kadar bekledik. Bu arada Bekarıs’la sohbet ettik.
Hacettepe, hacettepe’ymiş. Ankara avuucun içinde gibi görünüyor. Şehrin etrafındaki tepelere doğru giden binaların sonunu görmek mümkün değil. Anıtkabir, hükümet evi, Radyo-Televizyon kurumu, askeri binalar ve televizyon anıtı, silahlı kuvvetlere ait binalar arasında burcuna Türk bayrağı dikilmiş Ankara kalesi dikkatimi çekti. Gidip kalenin burcuna tırmanmak lazımdı. Hoşuma giden bir başka özellik de üniversitedeki serbestlik havasıydı. Öğrenciler çok rahat hareket ediyorlardı. Bütün kapılarda ve hatta rektörün makamında da kaşları çatık, suratlarından düşen bin parça ş, size emreder şekilde konuşan ve her ran vuruşmaya hazır güvenlikçiler yoktu. Karagandı’da bir üniversitenin rektörünü görmek için üç defa güvenlikten geçmeniz gerekiyormuş. Adeta savaş alanında görev yapar gibi çalışan nemenem “kahraman” rektörse… Yani daha büyük üniversite rektörlerini görmek için galiba güvenlik komitesinin onayını almak gerekecek. Bekarıs’la beraber Hacettepe’nin etrafını dolaşırken, İstiklal marşının sözleri ve notasının yazıldığı bir anıtın dikildiği bir alana geldik(Tacettin Dergahı). Türk takkesi giymiş bir adamın resmi vardı. Yanında da eski bir ev ile bir mescid vardı. Meğer İstiklal marşının yazarı Mehmet Akif Ersoy marşın sözlerini bu evde yazmış ve mecliste kürsüden okumuş. Çok bilgiliymiş. Sufi tarikatında bir şairmiş.(Daha sonra Safahat ‘ını satın aldım). Müze evini gezdik. Marşın sözleri müzenin bahçesindeydi. Türklerin kaderine ortak olduğumuzu sezdiren unutulmaz bir hatıra oldu. Bizim (Kazakların) milli marşımıza da anıt dikeceğimiz günler gelecektir. Bu anıt (İstiklal marşı anıtı) basit bir anıt değil, bağımsızlığa ve Türk ruhuna ithaf edilen bir anıttır.
Beni şaşırtan bir diğer konuda , fuayedeki sergide yabancı ülke öğrencileri kendi ülkeleriyle ilgili eşyaları sergilemişler. Tabii hepsi de öğrencilerin memleketlerinden getirdikleri eşyalardı. Kazaklar ise sadece cumhurbaşkanının iki kitabını koymuşlar. Çok az demek bile azdı. Buna karşılık Moğolların sergisi daha zengindi. Onlarda etnografik örnekler çoğunluktaydı. Sohbet esnasında Mogol’ların hepsi de Bayan Ölgiy bölgesinden gelen Kazak çocuklarıymış. Uzakta tilki postundan tumak ve işlemeli kaftan giymiş elinde dombırası olan sarışın bir genç dikkatimi çekti. Ozanların şiirleri, kopuzun ezgileri, Janar Ayjan’ın halk türküleri birbiri arkasından ruhumu sarıyordu. Hemen kaynaştım. Bir ara “Ova” diye bir ses duydum. “Vay sen Nogay mısın? Kubandan mı geldin? Dağıstan’dan mı? İsa Kapay’ı tanırmısın?” diye soru yağmuruna tuttum. Ağa biz bundan yüz elli sene önce Türkiye’ye gelmiş Nogaylarız. Burada öğrenim görüyoruz. Dilimizi de dinimizi de unutmadık, dombıramız da ozanlarımız da hatırda. Babalarımız Nogaylı’nın destanını ezbere okurlar. Kazak şarkılarını “Nogaylının türküsü” diye severek dinleriz.”, diye dombırayı konuşturdu. Fuayenin içini Kazak şarkı ve türküleri doldurdu. Nogayların kücük grubuna ben de katıldım. Rus siyasetinden çekinerek gelemeyen Nogaylara üzülen Düyseken’in dikkatini çekmek istedim ama onun resmi görüşmelerden vakti olmadı. Bu Nogay balasının geçmişine sahip çıkarak kimliğini unutmayışına çok memnun olarak konser salonuna girdim. Girmek zorundaydım. Ah keşke bu Nogay yiğidini desteklesek. Konser çok güzel geçti. O gün Tatarların dansları mest etti. Kırımçakların dansı kısaltılmıştı. Kazaklar ve Kırgızlara da teşekkür edildi. Bahçesaray’ın harem dansını tekrar seyredemedim. Nogay yiğidini de Düysekene tanıştıramadım. Bekarıs’ı bulamadım ve kaybolmadan tekrar grubu buldum.
Artık sanatçılarla beraber olmadan, dizginimi düzeltmeli ve şehri görmeliydim.
21 Mart. Ankara: Eskişehir. Bugün Türkiye’nin bugününü ve geçmişini yakından tanıdığım birgün oldu. Öğleye kadar kültür merkezinde Nevruz kutlamaları yapıldı. Bizim arabadan 14 halkın milli kıyafetlerini giymiş sanatçıların çıkışıyla halkın morali birden yükseldi. Türkler ve Azeriler Nevruz kutlamalarını ateşin üzerinden atlayarak başladılar. Bu Türklerin çok eski dönemlerine ait bir adettir. Kazakçası ateşle tütsülemektir. Cumhurbaşkanıyla Başbakan hariç Türkiye’nin bütün “Sayın”ları katıldılar, konuştular, ateşten atladılar, saksılarda yetiştirilmiş buğdaylarla şaçı merasimi yaptılar. İnsanlar gruplar halinde resimler çekildiler. Tatar yazar Marsel’le açılışını beklemeden kitap sergisine gittik. Çoğunlukla İran edebiyatı üzerine kitaplar vardı. Raşid’üd Din, At Tabari, Firdevsi, Mevlana(-I Rumi), Sadi, Ömer Hayyam eserleri ile eski Türklere ait resimler vardı. Fakat satılmıyordu. Türklerin kitap sergilerinde yok yoktu. Fakat pahalı. İstanbuldan almaya karar verdik. Bu doğru bir karardı. Sergi açılır açılmaz sanatçılar başka bir yere konser vermeye gittiler. Biz Marsel’le otele döndük.
Televizyon. O günkü Nevruz haberi Kazakistan’la ve Roza Rımbayeva’nın Nevruz şarkısıyla başladı. Bizim görüşmelerimizde yayınlandı. Düyseken resmi görüşmelerden aceleyle çıkmıştı, meğer Kültür Bakanıyla beraber bir televizyon programına çıkmış konuşuyordu. Ankara’daki trafiğe takılmadan televizyona yetişmiş. Gurur duyduk. Özellikle otel görevlilerinin memnuniyeti arttı.
Düyseken, Türksoyun eski çalışanlarından Galım(?Fırat Purtaş) isimli genci çağırmış. Güleryüzlü, iyi kalpli ve biraz Rusça bilen birisi. Eski hanımı Buryatmış şimdiki hanımı Müslüman olmuş bir Rusmuş. Genelde tanıştığımız on kadar gençten sekizinin eşleri eski Sovyet vatandaşıymış ve altısının hanımları da Kazak kızlarıymış. Türklerle diğer sahalardaki ilişkileri bilmiyoruz ama damat konusu yolunda görünüyor. Bekarıs’ın çöpçatanlığı ile Kazak kızıyla evlenen Ufuk Tüzmen TRT-nin Kazak servisinin müdürüymüş. Kazakçası çok güzel. Böylece Galım kardeşimiz Marsel’le beni müzeye götürdü.
Ben ilk olarak dün gördüğüm kaleye gitmek istedim. Dileğimiz yerine geldi ve Türkiye’de insanlık tarihinin en başından itibaren var olan uygarlıkların müzesi “Anadolu Medeniyetler Müzesi” de Ankara kalesine yakınmış. Müze tam orada, 1464-1471 senelerinde Fatih Sultan Mehmed döneminde Mahmud Paşa tarafından yaptırılan konaktaymış. Eskiden, Ankara kalesinden bütün şehir ayaklar altında görünürmüş. Şehrin eski hali gerçeği şimdi Amsterdam müzesinde bulunan bir resimden de anlaşılıyordu. Kalenin iç kısmı ise Bizans dönemine ait gibi görünüyordu. İki ayrı uygarlığı birleştiren bir yapı. Kale 19.yy ortalarından 1886-ya kadar bir süre kullanılmamış. Şimdi tekrar restore edilmeye başlanmış. Bu müze 1946 senesinde açılmış. Tarihin en eski dönemlerindeki örnekler, damgalı taşlar, antik Yunan ve Roma dönemiyle Bizansa ait kerpiçe yazılmış yazılar, heykelciliğin çeşitli örnekleri, bizim Dulıga adlı efsanemizde bahsettiğimiz “İçOğuzların kralı” İşpakay ve onun veliahdı Madi dönemine ait Urmiye kazılarından çıkarılan örnekler vardı. Antik döneme ait eşyalara hayran kalmamak mümkün değil. Kızıla boyanmış öküz çizimleri bize aşina. Bütün bir kayanın yüzüne yazılmış antik Asur kitabelerini okuyamasam da uzun süre seyretmekten kendimi alamadım. Kitabe okunmuş ama ben bulamadım. Bu kitabede Oljas (Süleymenof’un) kullanabileceği kimbilir ne sözler vardır. Antik dönemlere ait araştırmalarda bulamadığım bir çok bilgiyi, Oljas’ın Kış Kitap adlı eserinden alıp kullanmıştım. Tarihi sanat eserlerinin kudreti işte bu konuda ortaya çıkar. Taşlardaki bu yazıları ancak ve ancak çok geniş bir hayalgücü canlandırarak hayata geçirebilir. Kıyamet kadar çok bilginin sırrını çözmeye çalışan tarihçilerden bütün toplumun sıkılması işte bu sebepten olmaktadır. (Benim bu günlüğüm de bu amaca hizmet etmek için kaleme alındı. Yoksa ne kadar şanslı yolcu olsak da yol yorgunluğuna bakmaksızın Allahın gecesiyle yarışmadan dinlenmek daha güzel değil mi. Bazen edindiğin intibalardan tatmin olarak dinlenmek de istersin. Fakat insanın kendi kendisine verdiği söz de varolduğu için parmağınız sızlasa bile kalemi elinize alısınız.)
Anadolu Medeniyetleri Müzesi.
Benim dikkatimi antik dönem kitabelerine ilave olarak Alacahöyükte bulunan ve yerküreyi boynuzlarında taşıyan geyik heykeli çekti. Özellikle de geyiğin boynuzundaki ebedi hayat ağacı, eski Türklerin Mıkan agacı dedikleri ve dünyanın yaratılışı ile ebedi hayat hakkındaki mitolojinin en inandırıcısı olduğu için 30 senedir Mıkan ağacı hakkında bilgiler topluyorum.O konuda Kazak masalları ile tarihi efsanelerinde, dini söylentilerde, ve dahi Çin, Moğol, Pers, ile bütün Türk halklarının bu konudaki bilgilerinin ve kaynaklarının resmi de bulunmaktadır. Bu heykel de bütün o efsanelerin çözüm noktasını gözler önüne sermektedir. Dulıga (Tolga , yazarın bir eseri) kitabında İskitlerin kralı Medi döneminde Matay (Medeya)memleketi uygarlığının Urmiye gölünde bulunduğundan bahsettiğimi hatırlıyorum. Şimdi ise onun fiziki delilleriyle karşı karşıyayım. Müzedeki araştırma, inceleme, sergileme konusunda batılı alimlerin çalışmalarının etkileri görülmektedir. Antik dönem uzmanlarının yardımı olmadan müze düzenlemek mümkün değildir. Fakat bu uygarlık değerlerini Türk asıllı uygarlıklarla bağdaştıracak anlayış ve düşünce eksikliği var gibi. Buradaki eserlerin tarihi değerlendirmesini yapan eserler de burada bir büfede satılıyordu. Ama maalesef… maalesef… çok pahalı. Dikkatli bir şahıs kütüphaneyi de faydalanarak bu müzedeki herşeyi bir kaç ay boyunca araştırabilseydi, geçmiş dönemlerin birçok sırrını açabilirdi. Göz ile gönülü, okumak ve dokumayı ne kadar yakınlaştırmaya çalışsanız da, hepsi boşuna çalışmak olurdu. Keşke yanımda bir uzman olsaydı yada dünya medeniyetini hür bir şekilde değerlendirecek eğitilmiş birşahıs olsaydı.
Hemen vedalaşabileceğim bir yer değildi. Ancak Galım iki tane eski türbe ile eski Ankara’yı göstermek istediği için tepelere doğru yol aldık. Adımlarımız ilerledikçe, etrafımızdaki görüntüler ilgimizi çekmeye başladı. Bazı binalar şirket veya kafelere dönüşmüş. Bizans dönemine ait içkaleye girdiğim zaman Osmanlı dönemindeki Türklerin hayatıyla karşılaştım. Eski kalenin sakinleri taşınmamışlar. Eski dükkanlarda antikalar satılıyordu. Tabii hepsi gerçek değil. Ebedi hayat ağacının yapraklarını boynuzlarına takmış boğalar ve geyikler, üç boyutlu dünyanın ölçüsünün yapılışı çok hoşuma gitti. Fiyatı benim bu seferki seyahat masraflarımla eşitmiş. Pazarlıkla yarı fiyatına almaya kalksam bile ucuz değildi. Dükkanlar boyunca uzanan merdivenli yoldan ilerleyerek kalenin en üstüne gelmişiz. O zaman anladık ki, bu kale bizim takvimimizden çok daha öncesinden, Roma ve Bizans döneminden kalma bir yapıymış. Büyük İskender dönemine kadar gidermiş.Bu sadece tahmin. Meğer o tarihten sonra yapılmış olsa bile 2000 senelik bir anıt. Duvarları arslan ve diğer vahşi hayvanların kabartmaları ile süslenmiş. Antik sanatın aşınan mermer kabartmaları sonradan restore edilmişler. Ama antik taş tuğlaları ve tahtaları muhafaza etmişler. Bu kale sadece özenle dağın tepesine kurulmuş bir yapı değil. Kubbeli, süslü, heykelli ve ikonlu bir yapı. İsa Peygamber öncesindeki antik tanrılara adak vermek için yapılmış bir anıt mıdır fikrini düşündürdü. Dönen merdivenlerle burca doğru yöneldik.
İşşte! Manzara! Ankara avucunuzdaymışcasına! Etrafı tepelerle, kayalık dağlarla çevrelenmiş çanak şeklindeki bir alana yerleşmiş. Yirmi-otuz kilometrelik uzaklıkta Şımbulak’a benzer yükseklikte karlı dağlarla çevrilmiş. Kırmızı kiremit çatılı şehrin evleri kıpır kıpır.tepelerdeki tek katlı evler, çok katlı apartmanların gölgesiymiş gibi. Taş duvarın üstüne çıktığınızda başınız döner. Nedense ben Esenboğa hava alanı tarafından gözümü alamıyordum. Karlı tepelerle, pınarların arasındaki tepelere baktım. Çünkü o yamaçların arasında bir yerde Aksak Temir Güregen, Bayezid Sultanı ele geçirmişti. İşte o yüzden Rusyadan başlayarak bütün batıdakilerin girebileceği sömürgecilik kapısını açtı, Türk asıllı halkların sömürülmesine sebep oldu…Osmanlılara geniş olan bölge, Türkiye’nin başkenti Ankara daha büyümemiş.Sadece 2.5-3 milyon nüfuslu bir şehir Türkiye’nin her tarafında bulunabilir. Bir saatten fazla bir süre boyunca kalenin burcundan inmeden bu görüntüleri dimağıma işlemek istedim. Kale burcunun görüş mesafesinde, bundan beş asır önceki evler şimdi bile gözümün önünde.( Sonradan öğrendim ki bu tarihi yerler sit alanı olduğu için dokunulmazmış) Ankara’da adım başı Tatarlarla karşılaşan Marsel abzi çok memnun oldu.
Galım ikimiz, kalenin merdivenlerinden aşağıya mescide indik. Bizans kilisesini Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubat 1178 de mescide dönüştürmüş. Mescid 1361 de Osmanlı paşası, 1433 te Mehmet Sultan zamanında Sümbül Hatun daha sonra 1956, 1960, 1984 senelerinde resmi kurumlarca restore edilmiş. Bahçesinde bundan 500 veya daha eski dönemlere ait anıtlar ve mezar taşları vardı. Galım namaz kılmak istedi. Biz de Müslüman olduğumuzu hatırladık. Apdest aldık ve içeri girdik. Bizi orta yaşlarında bir Kazak karşıladı. Tabii Kazak değildir, Nogaydır dedim. Namazdan sonra bizi bir minbere götürdü. Bu minber Türkiye’deki en eski 1178 de oyulmuş bir mihrap imiş. Ahşaptan yapılan süsleme ve oymalarına onsekiz bin alemin bütün sıfatları yazılmış. Bu dünya ve öteki alem, uzay ve yedi kat yer altı ve yer üstü… İmamın büyük bir hevesle anlatmaya çalışması karşısında anlamadım demeye utanırsınız. Çıkarken vedalaştığımızda “Biz Avrupalılarla karışmamış Türkleriz. Yüzümüzden de anlaşılıyordur, ecdadlarımız Kazak. Kazak bozkırından X. asırda bu tarafa göçmüşüz. Ankaradan doğuya doğru kanımız temizlenmeye başlar”-dedi.
Gerçektende öyleymiş. Bu gerçeği, eski Ankara’yı gezerken gördüğümüz günlük hayat örneklerinden de gördük. Oradaki halkın yüzleri de aşina ve konuşmaları da anlaşılırdı. Babadan kalma evlerini kafeye çevirmiş bir ailenin işlettiği bir yerden çay içtik. Gelenlere kafe konusunda hatıra defterine yazı yazdırmayı adetlenmişler. Onlara eski yazıyla şiir yazdım ve sohbetleştik. Sohbet sırasında: “ Artık Türkiye’yi gezdim ve Türkleri tanıdım.”diyebileceğimi söyledim. Osmanlı arşivlerinde çalışan ve uzun zaman önce Türkiye’ye gelip yerleşen Tatarları inceleyen Marsel’de benimle aynı fikirdeydi.
Eski Ankara’yı dolaşarak geri döndük. Türklerin eski adetlerini hafızaya yerleştirdik. Böylece konsere geciktik. Konser sonunda birisiyle tanıştım. Bu genç meşhur Rahmankul hanın torunuymuş. Kırgızlar ona yüz vermediler. Ben biraz sohbet ettikten sonra, Kırgızlarım gelmiş diye koşup gelen bu hanzadeye yüz vermeyen Kırgızlara kaşlarımı çattım:”Kırgızları avucunun içine alan, halkının bağımsızlığı için savaşarak Afganistan’a giden ve sonra Türkiye’ye gelen Rahmankulhana değer vermeseniz bile, bu genç çocuğun suçu ne? Milleti için konsere gelmiş. Yarın memlekettekiler duyunca ne cevap vereceksiniz” dedim. Manasçı Kırgız “ Farkında değiliz” diye döndü. Kıbrıstan gelen temsilciyle sohbet ettim. Türkler ve Rumlar Kıbrıstaki sınırın açılmasını tercih ederler. Ancak sınır açılırsa yine mücadele başlayacak. Bu sefer Kıbrıs’a gidemeyeceğime hayıflandım.
Vedalşma aceleyle yapıldı. Gagvuzlar hristiyanlıklarını gösterdiler. Dmitri liderliğindeki bir grubun keyfi yerindeyd,. “Siz Rusları unutmuşsunuz. Hatırlatacağız. Biz geri geleceğiz” dedi. Kaşlaımıçattım ve “ MUNDAĞI ORIS SOZUN AVDARA ALMADIM…….. .. …….” Sözünü hatırlayın Yoksa Dnyestiri mi kıyamıyorsunuz dedim. Utandılar. Evet onların acıları kolaylıkla geçmeyecek. Azeri sanatçı kendini çok beğenmiş bir haldeydi. Türkiye’liler futbol hastasıymış. Kadın erkek herkes kafelerde çay içerek futbol seyrederlermiş. Yarın Kazak grubu sabah erkenden Aksaray-dan Niğde’ye yola çıkacaklar. Orada Kazakların yaşadığı Altay Köyü var. Bekarıs ve damat Ufuk üçümüz beraberdik. Artık Ankara’ya veda ederek, güney Anadolu’ya meşhur Kayseri yaylalarına doğru gideceğiz. Orası “Bozkurtların” vatanı. Bugün eski Ankara’da edindiğim intibalar Türkiye seyahatine değdi.
Достарыңызбен бөлісу: |