23 Mart. Ankara-Aksaray-Altayköyü-Niğde. Sabah erkenden kalktık ve otobüze bindik. Bizim sanatçılar 500 km. sonra Altay köyündeki Nevruz etkinliklerine katılacaklar ve Niğde’de konser verecekler. Artık tepeler ve dağlardan değil ovalardan geçerek seyahat ediyoruz. Tabiat gittikçe bizim Kazak bozkırlarına benzemeye başladı. Yol boyunca yeralan eski binaları yenileme çalışmaları vardı. İstanbul ve Ankara’dan uzaklaştıkça, köy evlerinin terkedilmiş hali bizim (Kazakistan’daki) görüntülere benzemeye başladı. Türkiye’nin kuzeYi ile güneyi arasında nehirlerin deposu gibi olan Tuz gölünün uzunluğu 150km.miş ve biz onun etrafındaki yollardan seyahat ediyoruz. Kayseri yaylasına yakın yerleşen zirveleri karlı bir dağ göründü. Şöfor bu dağın isminin Hasan Dağ olduğunu söyledi. Yani Hasan Ata veya Asan Kaygı olmalı fikrime Askar da Bekarıs’ta katılmış gibi oldular. İki saat boyunca o dağın etrafını döndük. Önce dağın eteklerindeydik yavaş yavaş onu da geride bıraktık. Tepeleri düzlük olan yüksekliklere Kazaklar, Kızgöğsü, Gelindağı, Yalnızdağ, Çıplaktepe veya yalnıztepe gibi isimler koyarlardı. Belki Türkçedeki adı da Başıbüyük, Kesikbaş veya Maltepe midir? O yolda ilerlerken Kayseri yaylalarının çevresinde yol alıyoruz. Gerçek milliyetçi Türklerin Gökbörülerin memleketiymiş. Her sene Gökbörüler Kayseri’de toplanarak Bozkurt partisinin kurultayını yaparlarmış. Askeri idare döneminde Bozkurtların ileri gelenleri sorgulanmışlar ve hapislere atılmışlar. Onların arasında Türkçü Kazaklar da varmış. Onlar bundan gurur duyarlarmış. Şimdi (o parti) Türkiye’de iktidara gelme ümidindeki partilerden biridir. Eğer baş parmak ile orta ve yüzük parmağınızı bükerek; işaret parmağı ile küçük parmağınızı dikerek elinizi kaldırdığınız anda; önünüze gelen bütün milliyetçiler sizi kucak açarak karşılarlar. Göğüslerinde bozkurt rozeti olan gençlerle de sık karşılaşırsınız. Bu da Kayseri yaylalarının kutsalı sayılır. Biz de bunu hatırladık. Niğde’ye ulaştıktan sonra anladım ki, geçmişte kömürdağı delen uygarlık hakkındaki meşhur Kapadokya, Türkçe Ürgüp, Aksaray’ın burnunun dibinde, Hasan dağının ensesinde ve Niğde’ye 70 km. uzaklıkta kalmış. Artık orayı göremeyeceğiz. Altayköyden Kirkaleye doğru çıkarsanız gökbörülerin her sene kurultay yaptığı yaylalara çıkarmışsınız. Bu bölge Türklük özelliklerini korumuş bir bölgedir.
Sırası gelmişken bahsetmeliyim ki, daha önce bahsettiğim yüksek dağın zirvesi gerçekten Hasan Ata imiş. O konuda yerel halk vaktiyle bu bölgeye Hasan isimli bir evliyanın ak maya(dişi deve)sının bulutlara karışarak bu dağın zirvesine gelip çöktüğünü ve Hasan evliyanında bu zirvede vefat ettiğini söylediler. Ve bizim Türklerin de o evliyanın arkasından küçük Asya’ya (Anadolu’ya) gelip yerleştiğini anlattılar. Demek ki, İğdelibaysın(Jiydelibaysın)’ı arayarak dünyayı gezen ceddimiz Kayseri yaylasına gelmiş ve rüzğar gibi yelen Jelmayasını oraya çöktürmüş. Aradan on asır geçse de efsane hiç bir zaman unutulmaz. Bu efsane birliği bizim kardeşliğimizin ispatıdır. Böylece Asan Kaygı ceddimizin de efsanevi mezarını gördüğümü kabul ediyorum. Otırar Kütüphanesinin İlmi Merkezinde Kalban Intıhanulı’nın çevirisiyle Foliant matbaasında yayınlanacak olan ve Gayşan Li isimli çinlinin “Bagılık Ongıtları” isimli tarihi araştırmasında : “12. Yy.da Asan Ata hana selam vermek için 500 koyundan oluşan bir sürüyle Kekot’a geldi” şeklinde bir kaynak vardır. Yani Asan ata evliyanın seyahati doğuda Çin seddinden başlayarak Kayseri yaylalarına kadar sürmüş gibi. Bu bile her bir tarihçi, yazar veya etnograf için çok önemli bir gelişmedir. Bu efsane beni çok etkiledi ve düşündürdü. Maalesef yanımda hiç bir kayıt cihazı yoktu. Zirvesinde bulutların yerleştiği Asankaygı Evliyanın dağını tekrar görmek artık kısmet olmaz herhalde. Ah Kazaklara has gamsızlık!
Bu efsaneyle heyecanlanan ben de sohbet etme isteği doğdu ve otobüsteki gençleri neşelendirmek istedim. Bir haftadır devam eden seyahat ve her gün verdikleri konserlerden yorulmuşlardı. Halbuki biz böyle tecrübelerden çok geçtik. Gaziz’in liderlik ettiği “Akkuv-Kuğu” grubundaki dansçı gençler çok terbiyeliymişler. Uzun yolculuk esnasında hepsi biraz daldıktan sonra canları sıkılaya başladı. Askar, Bekarıs ve Gaziz üçüne takılmaya başladım. Kazakların edebi ve terbiyesi bir başkadır. Aramızda Moğolistan’dan gelen şarkıcı Merveş, gayet sakin haliyle şakalarımıza yumuşakça karşılık verdi. Böylece uzun yolu kısaltmaya çalıştık.
Tam öğle vakti, bundan tam 60 sene önce istiklal uğruna vatanlarından ayrılan Kazakların gelip yerleştiği ve zamanla yurt edindikleri Niğde-Altay köyüne vardık. Tipik iç Anadolu iklimine sahip, rüzgarlı, kıraç bir yer imiş. Taştığı vakitlerde coşkun ama kurak mevsimlerde suyu azalan bir çayın boyuna kurulmuş. Duyduğuma göre vaktiyle bataklıkmış. Zamanla kurutulmuş ve ekin tarlaları oluşturulmuş. Hayvancılık yapılmış. Yerleşenler kendilerini çabuk toparlamışlar. İlk olarak inşa edilen evler Kazakların köy evlerine benziyor. İlk yerleşimde 300 Kazak aileye ev ve toprak verilmiş. Oradaki yaşlılar Allahın verdiği canlarını teslim etmişler ve sayıları azalmış. Gençler ise tamamıyla şehre ve özellikle Fransa’ya gitmişler. Vaktiyle yerleşen 300 aileden sadece 30 aile kalmış. Eskiden okul varmış ancak öğrencilerin az olmasından dolayı kapanmış. Son iki yıldır kuraklıktan dolayı ekin olmamış. Dolayısıyla, geçimlerini sağladıkları üç büyük koyun sürüsünü satmak zorunda kalmışlar. Şimdiki durumları zor görünüyor. Sadece yaşlıların direnmesiyle orada yaşamaya devam ediyorlarmış diye duydum. Bu yüzden endişeliydiler.
Bizi büyük bir kalabalık karşıladı. Kar gibi Kazak otağı ile mescidin arasında toplanan kalabalığın sayısı epeydi. Meğer Konya üniversitesinde okuyan Kazak talebeler de oraya gelmişler. Aralarında benim eski öğrencilerim de vardı. Geleneksel beyaz Kazak örtüsü takmış yaşlı hanımlar saçı saçtı. Bizim memleketteki toylardan farklı değil. Aynı sıra sıra dikilmiş beyaz keçe Kazak otağları, kazanlar kaynıyor-ocaklar yanıyor, koyunların ütülenmiş kelle-paçaları, yağda kavrulan bavırsak ve pişiler, et suyuna pişirilecek olan hamurlar, ahşap tabaklar, porselen kaseler ve demlenmiş çaylar…
Kazakistan elçisi Bagdat Amrayev ile Düysen Kaseyinof, Çin elçisinin yardımcısı (Kazakların anayurtlarının temsilcisi olarak) bizden önce varmışlar. Niğde valisi de yanlarındaydı. Bu dört görevli ve ben Nevruz bayramı resmi konuşmalarını yapıp bitirinceye kadar biraz vakit geçti. Doğu Türkistan’ı hatırlatarak, Çin, Türkiye ve Kazakistan’dan da bahsederek bir konuşma yaptım. Bu konuşmamdaki ana tema toprak ve toprak ve toprak konusuydu. “Kıyamete kadar daha çok değişiklikler olacak. Sizlere hür Altay dağlarında yaşama şansı verilmedi. Kazakistan’daki topraklar çoktan parçalanarak sahiplenildi. Sizin geleceğiniz işte bu (Anadolu) toprağındadır. Yeni nesillere toprak bırakmazsanız işte gerçekte o zaman vatansız kalırsınız. Türklük köklerinizi derinleştirin” dileğimi ifade ettim. Bu benim gerçekten samimi inancımdır. Gelecek nesilleriniz şehirde de, köyde de mülksüz kalmasın. Artık Türkiye devleti bundan sonra size bedavaya toprak vermeyeceği aşikardır.
Altayköyün muhtarı Mustafa (Kök) elçiler ile valinin hizmetine çok dikkat etti. Önce Altayköy’ün kızlar folklore ekibi gösteri yaptı. Vatandan uzakta yaşayanların vatan hasreti bir başka oluyor. Karagandı şehrindeki Kali Bayjanof adındaki Akkuv grubunun dansları ile Merveş Başay, Gülbanu Serik, Erjan Naymanbay, Davrenbek Erkenof, Dombıracı Balkan Smagul’un gösterilerini istiklal hasretiyle yaşayan yaşlılar, onların çoluk-çocukları ve Konya ile Niğde şehirlerinde okuyan Kazakistanlı öğrenciler seyrettiler. Bin kilometre uzaklıktan, Ankara’dan ve İstanbul’dan gelen kardeşlerimiz de bu kutlamalara katıldı. Alltayköylülerle sohbet etmek için resmi programın bitişini sabırsızlıkla bekledim.
Vaktiyle istiklal uğruna savaşan Kazakların arasında olan ve halen yaşı doksanlara gelmiş ihtiyar bir hanımın yanına oturarak onunla sohbete başladım. Eskilerden kalma iki kişiden biri bu anamızdı. Maalesef adını unuttum. Başları örtülü analar ve gelinlerin güneşten yanmış yüzlerinden iman nuru parlıyordu. Türklerle Kazaklar çoktan akraba olmuşlar. Türk yengelerle de şakalaştım. Onlar da Kazak adetine göre kayın-yenge şakalarının yapılma adetini öğrenmişler. Annesi Pakistanlı olan Sultan Mahmut Sekban isimli bir Kazak bu organizasyon için İstanbul’dan gelmiş. Yüzü Türk ama konuşması Kazak, bir din adamının oğluymuş. Rahatça sohbet ettik. O beni Altayköyde ilk yapılan eve götürdü. Boş virane idi. Böyle evler çoktu. Zenginler daha güzel evler yapmışlar. Bizim önceden de tanıştığımız Abdülvahap Kara da İstanbul’dan gelmiş. Mustafa Çokay hakkında kitabı var ve Nugojay Batur’un hatıralarını baskıya hazırladı, meşhur alimdir. Bu köyün okuyan azıcık grubunun en çok okuyanıdır. Kazakların iyi tanıdığı bir kişidir. İhtiyarlar azalmış. İstiklal mücadelesinde bulunan kahraman ve şecereci Ateyhan isimli aksakal varmış. Görüşme ricasında bulundum. Fakat kulakları duymaz, sohbet etmek zor, yürüyemez dediler. Sultanmahmut’la ikimiz gitmek istedik ama gitme vakti dediler. Maalesef Nevruz çorbası içtik, Altayköy yemeklerini yedik, acele yola düzüldük.
Biz köyden çıkarken köy muhtarı aceleyle Ateyhan Aksakalın evine doğru gidiyordu. Demekki evine ziyaretçi kabul ediyordu ama biz görüşemedik. Abdülvahap’ın eniştesiymiş, hatıraları var ise bize göndermesini rica ettik.
Niğde şehrinin girişindeki büyük caddelerden birine Abılay Han’ın heykeli dikilmiş.Altayköyüne Konya’dan gelen öğrenciler döndüler. Köydekiler şehre vakitlice yetişemediler. Niğde’de Bozkurtların seçim öncesi mitingleri vardı. Bu yüzden üniversitede gösteri için toplananların keyfi olmadı. Çin elçiliğinden gelen görevli Pekindeki Azınlıklar Üniversitesinin profesörü dekan Jan Din’in tanıdığıymış.Benim orada ders verdiğimi duyunca biraz sohbet ettik. Çok iyi Türkçe biliyordu. O aydın Çinlilerin iyi bildiği Dudaray şarkısını söyledi.Elçi Bagdat ağabeyimiz konuşma yaptı ve herşey keyifliydi.
Bugünkü kazancımız Asan Kaygı evliyanın zirvesini görmüş olmaktır. Hayıflandığım iki konunun biri Kapadokyaya gidememiş olmak. İkincisi ise Altayköyünde yapılamayan konserle, Ateyhan aksakala selam verememiş olmamdı.
24 Mart. Niğde-Ereğli-Karapınar-Konya-Afyon-Uşak-Salihli. Bizans ile Anadolu Türk tarihine ait kanlı savaşların yolu sayılan, tarihin damgasını yemiş ve at nallarının gürültüsüyle, yüzbinlerce askerin ileri geri gidip geldiği bu toprakları baştan sona geçebileceğimi hayal etsem de gerçekleşmesi zordu. İşte şimdi Kayseri’ye sırtımızı döndük ve binlerce kere baktığımız haritaya tekrar bakarak her kilometreyi saymaya başladık. En erken milattan önceki VIII asırdaki “İşguz İşpakay” dan itibaren Selçuklu, Beybarıs, Karaman, Osmanlı, Aksak Temir, Bayezid ve Mahmud dönemlerine kadar olan bütün savaşlar bu bölgede çözüme kavuşmuştu. Onların hepsini tek tek anlatmak mümkün mü? Dümdüz alanda giderken karşınıza aniden yumruk gibi sıkılmış tepeler çıkıveriyor, veya uzaktan görünüyorlar. Çünkü onların bir çoğunun çevresini dolaşmak zorundasınız. Güneyde, tarihi karışık ama konusu bugünlere kadar gelen Karaman beyliğinin merkezi Karaman var. Ereğliden 100 km uzakta. Dağ sisler içinde arkamızda kaldı. Karaman Gaznevilerin(?), Selçukluların, Moğolların komutan Ketbuga’nın, Memluklularin yani Beybarıs’ın , Osmanlılarında, Arapların da gönlünü yapmış ve hepsinden belasız kurtulabilmiş bir beylikti. Şimdi bile Karamanlıların hal ve tavırları başka Türklerden farklıdır. Beylik geleneği sıkı sıkıya muhafaza edilmiş. Kayseri, Niğde, Karapınar ve Konya’nın Türklüğe has özellikleri farklı. Bu bölgenin özelliklerini hatırımda tutmaya çalıştım.
Bundan sonraki hedefimiz bu gece itibarıyla 800 km batıdaki Manisa şehrinin Salihli şehri. Akşam saat yedi civarında orada olacağız. Uçacak değiliz. Şoför 80km den fazla hız yaparsa ceza yeriz. Ceza 200 dolardan az değil. Düzlüğü baştan başa geçerken Karapınar’ın kenarından geçerek Konya’ya döndük. Yoldaki liderimiz Askar’a: “ Dediğini yapalım. Oruç da tutalım. Ama Konya’yı görmeden, Mevlana’yı ziyaret etmeden, Nasreddin hocanın mezarına gitmeden olmaz. Olmazsa Bekarıs’la ikimizi arkada bırak.”, dedim. Askar’ın buna itiraz etmesi zordu. Başkaları da destek oldular. Bütün Türkiye’yi üç kez görsen de Konya’ya gitmemişsen Türkiye’yi gördüm diyemezsin. Tarihi özellikleri hesaba katmasak bile, Konya’da dünyadaki bütün Türklerden bir parça bulmak mümkündür. Asya’dan gelen göçebelerin hemen hepsi önce bu bölgedeki Konya’ya gelmiştir. Sufiliğin yani Türklere has bilgeliğin en önemli merkezi burasıdır. Kendimi ifadede zorlanıyorum. Burası Alaeddin’in, Mevlana olarak ünlenen Celaleddin-i Rumi’nin, Nasreddin Hocanın vatanıdır. Burasını ziyaret etmemek mümkün değil. Kendini hayat boyu affedemezsin.
Türkiye’nin bütün büyük şehirleri gibi Konya’da da trafik sıkışıklığı yaşanır. Seçim arefesi olduğu için daha da kalabalıktı. Şehrin ortasındaki Alaeddin sarayını döndük ve Mevlana türbesine vardık. Trafik yüzünden kısa yollar uzadı. Bekarıs ve Askar daha önce gitmişler. Bize yol gösterdiler. Buna rağmen otobüsten inip türbe kapısına varıncaya kadar üç kişi selamlaşarak hal hatır sordu. Tarihteki Nogayların ilk göçüyle gelen Kıpçaklar ve Nogaylının ikinci göçüyle gelenler, Sovyet döneminde gelen Nogaylar.. Hepsi de kendilerine en yakın akraba olan halkın Kazaklar olduğunu biliyorlardı. Bunun yüzünden konuşmaya çalışıyorlardı. Konuşmalarını anlamak da çok kolay. Hepsi evine köyüne davet ettiler. Dombıra çalıyorlarmış, unutmamışlar. Türkleştik ama Nogaylığımızı da unutmadık dediler. İşte, özüne sadık halk olarak Nogaylar buna örnektir. Meğer Konya’da Türklerin her çeşidi bulunurmuş. Artık!... Mevlana! Mevlana! Mevlana!
Mevlana! Bütün Türk dünyasının edebi düşünce sisteminin merkezi. Şiir, müzik söz, resim, dans, sanat dünyasının mayası. On sekiz bin alemin sırrına vakıf bilge adamların üstadlık yuvası. Sufi dünyasının bütün eğilimlerinin birleştiği merkezdir. Kazakların Abay’a kadar ve Abay’dan sonra da feyz aldığı pınardır. Nakşibendi, Yesevi gibi tarikatların tasavvufi kaynağıdır. Celaleddin-i Rumi hayattayken Konya’ya toplanan sufiler, kendi edebi düşünce tarzlarını Türkçeyi kullanarak bütün Türk illerine yaymışlardır. Sözün anlamından, müziğin tınısından, parmak kıpırtısından, her bir görüntünün çizgisinden bir anlam çıkarmak ve hepsini anlamlandırmak; Mevlana derecesine yükselen Rumi’nin bilgelik okulundan başlamıştır. Bir fikre kilitlendiği zaman bir noktada iki saat durmadan dönerek dans etmek onlar için doğaldı. Onları bir kenara bıraksanızdahi oradaki sufilerde biri olan Nasreddin Hocanın edebi düşünce sistemini ele alalım. Zaten ters olarak çıkan ağaç dalını ters olarak oturup kesme fikri ne tezattır. Evet, o bu örnek ile, herşeyin tersine olduğu, yalanı ortaya koyarak gerçeği içinde saklayan yalan dünyayı hicvetmektedir.(Mevlana türbesinin) Bahçesine gidip kuran okuduk. Türbesinin içine girince nutkum tutuldu. Bilgeliğinden etkilenerek derin düşüncelere daldım. Mevlana’nın kabri sağ tarafta bütük taş mezar. Baştaşı hüsn-ü hat ile yazılmış. Baş tarafa iki büyük kavuk koyulmuş. Başka mezarlarda birer tane vardı. Biteviye bir ezgi çalınmakta. Vaktim olsaydı burada üç gün üç gece diz üstü çökerek kalabilirmişim hissini duydum. Yesevi ilahi grubuna ithafen Svetkali kardeşimiz tarafından Kazakçaya çevrilen Mevlana’nın Ebedi Hayat Agacı hakkında:
Hey mutluluk sahibi Olsun senin dileğin
İki yol var önünde, var git seç birisini
Biri fani dünyada yeşil yaprak örtünmek
Ölümlüler koşarlar yemişini almaya
İkincisi cennette nefesin iştah kabartır
Ayrı durursun dalların eğilerek
Duydu ah ü zar ile sarhoşluğun etkisi
Olayım dedi ebedi Ahiretin ağacı
Gafil kalma bil. Tanı. Ey insanoğlu
Ağaçtan ne eksikliğin var, ondan öğrenecek sır var
Cansız ağaç ah eder, görsem diye Hak nurunu
Allahın halifesi, nerede senin imanın?
Mısraları aklıma geldi. (Bu beyitin tam Türkçesini bulamadım ve Kazakça’dan Türkçeye tekrar tercüme ettim. Çevirenin Notu.)
Türbenin içinde Mevlevi kitapları, el yazma eserler, resimler, ve raks amakamını gösteren parmak hareketlerinin çizimleri, ve peygamberin sakalından bir tuatm saklanmış. Altın yazma kitaplara bizimle beraber Avrupalılarda hayran oluyorlardı.
Acele ettiğimiz için Askar beni neredeyse sürükleyerek türbeden çıkardı. Nasreddin Hoca’nın memleketi Akşehir’deymiş. Mezarı bir yamaca yerleştirilmiş ve aşağıya doğru eğilen tarafına bir destek koyulmuş. Eşeğe ters binmiş heykeli, ölen kazan ve altın yumurtlayan eşek heykelleri de vardı. Her sene Nasreddin Hoca şenlikleri yapılır. Konya Üniversitesinde Türk anıtlarının kopyaları olduğunu duymuş olsak da oraya gitmeye vaktimiz olmadı.
Budan sonraki yol, İstanbul-Ankara arasındaki seyahati hatırlattı. Yine yukarılara doğru tırmanıyoruz. Bir tepeyi aşınca kar, diğerini aşınca yağmur, üçüncüsünde dolu ve bir dahakinde de kupkuru hava değişimleri yaşadık. Tırmanış bitti, tepeye ulaşınca arkamızdaki kuru hava ile önümüzdeki deniz rüzgarlarının çarpıştığı bir noktaya geldik. Çarpışan hava akımlarıyla yolculuk sürerken mermerin vatanı Afyon’a geldik. Afyon’u da, mermeri de eski Bizans döneminden beri efsaneye dönüşen mermer oymaları da yol boyunca sergilenen satış noktalarından seyrettik. Askeri uçakların bulunduğu Uşak’ın da ışıkları arkamızda kaldı. On iki saattir dinlenmeden seyahatteyiz. Salihli’dekiler de telaşta. Ben de onlara görevler veriyorum. Neyse dağları tepeleri aşarak gece saat 10-da Salihli’ye vardık. Benim özel “belediyecim” ŞükrüAli bekliyordu. Aniden.” Görevler tamamlandımı?” dedim. “Salihli’deki bütün termosları topladım sıcak, koyu ve bedava çayları hazırlattım” dedi. Hemen kucaklaştık ve lokantaya gittik. Beklemeye gerek görmeden baş köşeye geçtim ve :”Hadi koyun çayları” dedim. “Kuğu”lar da susamışlar. Merveş ile Davrenbek ve Gaziz:” Ağabeyimizin yanına oturalım” diye yerleşmeye başladılar. Davrenbek’in gözü kısıldı mı ne olacağını anlarım. Beş dakikada beş termos boşalıverdi. Bizi dağ eteğindeki termal tesislere yerleştirdiler. Termal suyu rahatlattı, eklemlerimiz gevşedi, sızlayan ayaklarımız rahatladı, cennet uykularına girmeye başladık. Bekarıs kardeşim şimdi rüyasında hurilerle berabermişcesine mışıl mışıl uyumaya başladı.
25 Mart. Salihli. Beşağaç. Sabahın serinliğinde erkenden uyandım. Dağların ortasındayım, nehir suyunun gürülü duyuluyor, bülbüller şakıyor. Sabah ezanının sesini canıma yakın hissediyorum. Nehrin etrafında yürüdüm. Etrafımız dik yalçın kayalarla çevriliydi. O tepelerden birinde beş ağacın ortasında duran bir ev gördüm. Ah! özenle inşa edilmiş dedim. Orada oturanlar sabahın ışıklarını herkesten önce görür ve akşamın karanlığına herkesten sonra veda edebilirler. İnsanlar uyanmaya başladı. Bir araba dolusu insanla, ŞükrüAli ve Ramazan’lar geldiler. Onların arasında değirmi sakallı, akça-pakça, sevecen ve mirza kıyafetli, yanakları al al “melek” misali bir yaşlı kişi gelip “ kardeşim!” diye sarıldı. Ben de yadsınmadım. Meğer Türkiye’ye geldiğimden beri şeytankulakla olan haberleşmelerde bana selam yağdıran, kişiymiş. ŞükrüAli’yle Ramazan’ın babası Köksegen aksakal. Derhal birbirimize ısındık. Ben o gün buradaki büyükleri ziyaret etmem gerekiyord. Alibek Hakim ve Hamza Uçar’ın evine gidip, Kazak adetlerine göre kuran okutmam ve mezarlarını ziyaret etmem lazımdı. Sonra oradaki vatandaşlarımla tanışacaktım. (Türkeli) parkında herkesle tanışacak ve orada bir konuşma yaptıktan sonra özel görüşmelerimi yapacaktım.
Köksegen Aksakal, “Hepsi doğru. Türkiye bizi bağrına bastığı zaman Alibek Hakim buraya yerleşmeyi tercih etti. Alibek Hakim’le ben bir seferinde, bir yaz boyunca (1976 yazı), bu kaplıcaların (Salihli’deki Kurşunlu Kaplıcaları) yukarı kısmına çadır kurduk, yer altından tabii olarak çıkan kaplıca suyundan bir kaç hafta faydalandık. Hakim eniştemiz beni 14 yaşımdan itibaren yanına aldı. O zamandan beri onlardan hiç ayrılmadık. O kadar ileri görüşlüydü ki… O zaman “Kökseğen! İleride buraları da kıymetlenir, gel bu kaplıcalara yakın bir yerden toprak alalım.” Dedi. Böylece bu kaplıcaların üst tarafından bu küçük bahçeyi aldık, ev yaptık. Karşıda görünen beş ağaçlı ev işte o ev” dedi. Sabahleyin gözüme çarpan ve benim imrendiğim evi gösteriyordu. “Kardeş olduğumuzun ispatı olarak bir şey isteyebilir miyim?” dedim. Tabii, tabii tavrına geçti. “O zaman oradaki yamacın adı BeşAğaç olsun. Bir tanesini bana verir misiniz? Eğer verirseniz o ağaç ebediyen benim olacak, torunlarımın torunlarına miras kalsın. Satmaya kalkarsanız uluslararası mahkemeye veririm.”dedim. Köksegen Aksakal “Söz”dedi. Eve dönüşümde benim çocuklar buna çok sevindi. Artık söz verildi, benimse benim. Gelecek nesiller bunu hatırlasın istiyorum. Keşke çocuklarıma o güzel yerleri gösterebilsem!
Salihli çok canlı bir yermiş. Bu yüzden olmalı orada yaşayanlar da çok candan insanlardı. Toplantı (Nevruz Kutlamaları) yapılacak parka geldiğimizde Türkiye’nin ve Kazakistan’ın bayrakları dalgalanıyordu. Yanyana iki Kazak keçe çadırı dikilmişti. Kazaklar ve Türkler hepsi bir arada kaynaşmışlar. Görenlerin gözü sevinecek manzaraydı. Salihli’de Kazakların yaşadığı bir avıl-mahalle var. Kazakça avıl gibi değil, ikişer-dörder katlı evler. Orada sarmaş dolaş selamlaştık. Hamza Uçar’ın kızı Aklima Hakim’le Almatı’da tanışmıştık. O, beni Alibek Hakim’in hanımı Kadiyşa Hanımabla(Bu nine yazarla aynı boydan, Nayman soyundandır) tanıştırdı. Bekarıs’la ikimiz o tarafa gittik. Kazakların Orta Cüzünün en büyük iki kabilesi olan Kerey ve Nayman boylarının selamlaşma adetini yerine getirerek, o hanımablanın ellerini alnıma götürdüm. İki kelimeden sonra sohbet koyulaştı. Gönlüne girecek söz bulunursa hangi ana sevgi göstermez ki…Anlaştık, Sözleri de yerli yerinde. Bana Kazakların ulu ozanı Abay Kunanbayoğlu’nun torunu Akıliya abla gibi ulusumuzun gerçek analarındanmış gibi geldi. Manalı sözlerimi hemen anlıyor ve usule göre cevaplar veriyordu. Sohbete özlemim kanmış gibi oldu. Aksakallar da yanımıza geldiler. Kısa sohbetteki önemli soruların cevabını çabucak veriyorlardı. İstiklal uğruna yapılan göçün canlı tanıkları Madalim hacı, Köksegen ve Malik gibi eski toprak savaşçıların sohbetini dinlerken bu küçücük grubun kahramanlık ruhuna hayran oldum. Nevruz bayramının kutlamalarını hatırlatarak, Bekarıs isimli ozanı öne sürerek, sesleriniz gönlümde yer etsin tavrındaki niyetimi belli ettim. Elimi sıkıca tutarken, Alibek Hakim’in 92 yaşındaki hanımı Kadiyşa Nine aniden:
Avılım(Köyüm) Kızılözen yar başında,
Altay’ların at koşturduğu vadisinde
Eşitti ilimi de bilimi de,
Kerey’lerim seçtim vardım mirzasına,
deyiverdi. Buna cevap olsun diye meşhur Bekarıs Ozana döndüğümüzde Kadiyşa Hanım-anamız;
Kaldın mı, çare mi var ah-vatanım,
Kaldın ya Kerey-Nayman iki aslanım
Artık şiir söylemeyi yapayım
Doksan iki yaşındayım.
diyerek Bekarıs’a karşı atışmayı başlatıverince, meşhur ozanın tüyleri diken diken oldu. Atışmaya uygun cevabı vererek ihtiyarın duasını aldı. Çok kısa bir sürede geçen bu hatıramızı hayat boyu unutamayacağız. “Hangi partiye oy vereceksiniz? diye sordum. Nine, sağ elini kaldırdı, baş parmak(bas barmak), orta direk(ortan terek) ve küçük şümeki(şıldır şümek) büktü, işaret parmağı(balalı üyrek) ile küçük bebeği(kişkene böbek) yukarıya dikti: “Başkanların içinde Menderes ve Turgut Özal’la kimse yarışamaz. Menderes’i haksız yere astılar. Gerçek Türkçü oydu. Parti konusuna gelince şahsen ben kendim gökbörülerden şaşmam. Bunların hepsi ağarmak istiyorlarsa ağarsınlar” dedi. Hepimiz güldük. Meğer bir ailenin fertleri arasında herkesin tercihi farklıymış. Mesela Kadiyşa hanımablanın kardeşleri “Ak partici”, bazı akrabaları “Gökbörücü”, diğer akrabaları “demokratçıymış”. Ancak yerel idareciler Kazakları destekliyorlar. Nevruz kutlamasına yerel idare amirleri, bütün parti temsilcileri, Türksoy ve Türk Dünyası kuruluşlarının temsilcileri, işadamları, İzmir’deki Kazaklar ile Kazakistanlı öğrenciler katıldılar. Katılımcıların hepsi de Kazaklarla yakın görüştükleri için selamlaştılar ve hatır sordular. Demek ki birbirleriyle iyi görüşüyorlarmış, Kazaklara değer veriyorlarmış. Bazen akademide ders vermenin de faydası olur. Yerel idareciler de biz de birer konuşma yaptık. Akkuv grubunun konseri güzeldi. Özellikte Merveş’in Altay şarkısı başlayınca yaşlı erkekler yiğitlik günlerini, nineler ise genç kızlıklarını hatırlamışcasına daldılar. Güzel bir sohbet oldu, rahatladık. Arada sırada Köksegen Aksakala dağları göstererek “BeşAğaç bu tarafta mı?” diye şakalaşıyordum. Hepimiz neşeli şekilde dağıldık, ben kabristana yollandım.
Salihli 1920’li yıllarda Yunan işgaline karşı savaş vermiş bir bölge. Batının sahillere yakın bütün bölgeleri işgale uğramış. O zaman Salih adında genç bir yiğit burada şehit olmuş ve buraya onun ismi verilmiş. Kabristan’da vatan uğruna şehit olanlarında mezarları vardı. O yüzden mezarlığa iyi bakıyorlar. Kabristan’ın giriş kapısının solunda Alibek Hakim’in mezarına kuran okuduktan sonra kalkarken … başımdan kaynar sular döküldü. Bir küçük mermer levhada “Hasan Oraltay” yazıyordu. Nasıl yani? Hayattayken kendisinin yer beşiğini mi hazırlatmış? Taa Münih’te yaşayan birinin bu tavrını nasıl yorumlamalı? Anlıyorum. Anlıyorum. Herhalde keyfinden yapmamıştır. Onun sebeplerini düşünerek, tavrına vakıf oldukça daha dün gece telefonlaştığım Has-Ağa’nın yüreğindeki kaygıyı idrak ediyorum. “Niye ben onu sözümle çimdikliyorum?” diye düşündüm. Daha sonra babasının evini ziyaret ettiğim sıradaki telefon konuşmamızda “Gördüm, Gördüm” demekten fazla bir şey söyleyemedim. Sanki boğazıma taş düğümlenmiş gibiydi. Kabristanda Hamza Uçar’ın mezarına da gittik. Vaktiyle onun Kazakistan’a yazdığı mektupları bir kitapta yayınlamıştım. Daha sonra Alibek Hakim’in evine geldik. Annemle adaş olan Kadiyşa hanım-ablamızla sohbet ettik. Ama o sohbetin konuları bu günlüğe yazılmayacak kadar özeldi.
Köksegen Aksakalın evine de gittim. Şükrü Ali’nin deri konfeksiyon atölyesi alt katta diğer çocuklarının evleri üst katlardaymış. Kendi oturduğu ev başka bir sokakta. Edepli gelin, terbiyeli kız, görgülü oğullarla dolu bu ailenin evinde uzun oturduk, çaylar içildi. Köksegen Aksakalın sohbetini dinledik. Söylediklerinin hepsini yazamayacağım için üç ay içinde bana yazıp göndermelerini rica ettim. Söz verdiler. Ecelin elinden kurtulanların arasındaki seçilmiş insanlar demekten başka tanımı yakıştıramıyorum. İkindi itibarıyla Salihli İlçe yönetimi (Beşağaç)Termal tesislerde yemek verdi. Bagdat Amrayef ile Düysen Kaseyinof da geldiler ve dizginleri ellerine aldılar. Tepelerden ilçeye baktım. Ağaçlarla kaplı dağ eteğine yerleşmiş. Buranın idari amiri mahçup tavırlı değildi Hepimiz birer konuşma yaptık. Köksegen aksakalın konuşmasını beğendim. Akşamki konsere de az vakit kaldı.
Altay köyü ile Salihli’ye giden sanatçıları Bagdat Mirza ile Düysen Mirzanın eşlik etmeleri, sadece il, ilçe ve belde görevlileri ile buradaki herkesi etkiledi ve Mustafa ile ŞükrüAli’nin moralini yükseltti. Arkanı dayayacak devletinin olması güzel bir şey olsa gerek. Elçi ilkokula giden Kazak çocuklarına (Kazakça) ders verecek öğretmen ve ders kitapları göndermeyi kabul etti. Böylece bu Nevruz kutlamaları bazı hayırlı işlere de sebep oldu. Akşamki konser güzel geçti. İstanbul’dan gelen bir Kazak sanatci da konser sonrasında bir saat daha konser verdi. Manisa valise başka bir yerde yemek verdi. Janbolat Avipbayef,:”İstanbul’da bir kafeye gitmiştik, İstanbul valisi de halkın arasında oradaydı” diye şaşırmıştı. Burada da yerel yönetim halkın arasında. Ama bizim memlekette bırakınız valileri yerel yönetimin en basit idarecisi bile bunu yapmaz. Ama bunu öğrenmek lazım. Termal tesise geri döndük, termal banyoda kemiklerimiz dinlendi ve günün güzel geçmesiyle rahatlıkla başımızı yastığa koyduk.
Достарыңызбен бөлісу: |