Ұмытылмаған отан, Ұмытылмайтын отандастар



бет6/10
Дата10.06.2016
өлшемі10.64 Mb.
#126915
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10

ŞANSLI YOLCU

(ANAYURT GÜNLÜĞÜ)

Kısa Ek

Amacına ilacı uygun geldiği için, yolculuk böyunca herşey vakitli gittiği için ve yıllarca özlenen anayurdu istediğim gibi gezdiğim için “Şanslı Yolcu” ifadesi benim bu ziyaretimi anlatan en uygun başlık olacak sanıyorum. Türklük geçmişini ezelin en başından başlatan, atalarının gücünü Altay dağlarından alarak, analarının göbek bağını Karadeniz’e getirip gömen her aydın için, uygarlık tarihinin beşiği, Türk dünyasının sarsılmaz anıtı olan Türkiye’yi ve onun tarihi mekanlarını ziyaret etmeyi hayal etmemek mümkün değildir. Dünyanın bilinen dokuz merkezinin birleştiği medeniyet kenti İstanbul-Türklük dünyasının yüreği sayılır. (İstanbul’un) Kara yolları şehrin can damarına gibi insanın bağrı ısınır, göğsü genişler ve insanı sevgiyle kendine çekerken yaşanılan duyguları anlatmaya kelime yetmez. Çok fazla yakınlaşmasak da Türkiye’yle en azından omuzlarımızın yakınlaştığı ziyaret Maltepe Üniversitesi öğretim üyesi Gülcanat Kurmangaliyeva Ercilasun’un organize ettiği bir konferans sebebiyle gerçekleşti. Daha önceden tanışmasak da kardeşimiz olan Güljanat, İstanbul’dan şeytankulakla(cep telefonu) haberleşti. Tokyo üniversitesi ile ortaklaşa yapılan uluslararası bir konferansa “Bölünmez Alaş İdeali ve Sovyet Zulmü” konusunda bir bildiriyle katılır mısınız teklifini yaptı. Hasan Ağa, sizin o konuda (Sovyet) güvenlik komitesinin dokümanlarına sahip olduğunuzu ve sizin mutlaka davet edilmeniz icab ettiğini söyledi. Tokyo üniversitesiyle beraber organize ettiğimiz için, ve özellikle o dönemde Alaşçılara Japon Casusu suçlaması yapılması konusuna değinseniz.” dedi. (Hasan Ağa) uçak biletini kendisi hallederse, konaklama ve seyahat masrafları benden dedi teklifini getirdi.

Bedava seyahati kim sevmez, ne varki “konaklama” konusu vicdanımı biraz rahatsız etmesine rağmen (gecesi 120 dollardan fazla) Has-Ağayla olan samimiyetimize güvendim. Bazen” Ah gençliğimizde tanışsaydık kimbilir neler yapardık. Mertliğine diyecek yok, tam savaşa omuz omuza gidilecek yiğitmiş “ gibi düşüncelerde geçerdi hep aklımdan. En zorlayanı da, dünyaca ünlü uluslararası akademikler camiasının önünde kendi ulusumun tarihteki liderlerinin “Nasıl Japon Casusu oldukları” suçlamasını tartışmak konusuydu. Çok geçmeden Hasan Ağa’nın akrabası Ebülbaşar da, Has-Ağanın kendisi de İstanbul’da bir konferansa katılmam ihtimalinden haberdar etti. Önceden benim sıkça kullandığım bir takılmayı tekrar ederek “Yatak yemek bedava anlamında, ev de sohbette bedava” dedi. Anlayan insan için bu teklif hem ağabeylik hem de dostluktan kaynaklanan emir-rica idi. Bu ricayı kıramayarak, gizli servis dokümanlarını tekrar incelerken, (Alaş Liderlerinin) hepsinin hem Japon hem de Türk casusları suçlamasıyla haksız cezalar aldıkları ortaya çıktı. O dokümanların arasından Magcan Cumabay’ın 6 Ocak 1938 de SSCB İç işleri Bakanlığına yazdığı dilekçe de:

“Ben-Cumabayev-, Sovyet hükümeti önünde kendi suçumu affettirmek için: yabancı bir memleketin yararına bir kaç sene casusluk ettim.- şeklindeki ifadeyle bana yapılan suçlamaları Kabul ediyorum. Japonya’nın çıkarına hizmet edecek casusluk faaliyetleri ile ben- Cumabayev 1919-dan 1929’a kadar yani tutuklanarak çalışma kampına gönderilinceye kadar iştigal ettim. O zaman bana verilen cezayı tamamladım, 1936 senesi Kazakistan’a döndükten sonra da yukarıda bahsedilen ülkenin çıkarına çalışmaya devam ettim.” şeklinde ifade vermek zorunda kalmış.

Aslında onların (Alaş liderlerinin) kabul ettikleri bu suçlamadan adı geçen ülkelerin hiç haberi yoktu. Japonlar o konuda bir şey biliyorlar mıydı? Yukarıdaki ifade de 1919-dan 1929’a kadar olarak verilen süre ise, Alaşçıların kaderlerinin çizildiği dönemlere denk gelmektedir. Japonya’nın Tokyo’daki Tsukuba üniversitesinin alimlerinin organize ettiği, özellikle onların arasında meşhur Orta Asya uzmanı Hsio Komatsu’nun da olduğunu öğrendiğim bu konferansa katılırsam çalışmalarımın boşa gitmeyeceğini anladım. Böylece ağabey ve kız kardeşin ricasını kıramadan , Alaş idealinin çetrefil kaderi konusunda konuşmak için uygun bir seyahat fırsatı çıktı.

Bu yazıda bahsettiğim Hasan Oraltay, Mustafa Çokay’dan sonra 50 sene boyunca Amerika’nın Avrupa Kıtasındaki Azatlık radyosu vasıtasıyla Kazakların bağımsızlık idealini anlatmaya çalışan meşhur aydın, toplum savaşçısı. Dış dünyadaki Kazak diyasporasının lideri. Ellili yıllarda Doğu Türkistan’dan ayrılarak Taklamakan çölünü, Tibet platolarını, Himalaya’ların oksijensiz zirvelerini, Bulanay’ın buzlu geçitlerini, Keşmir’in hiç kurumayan kara yağmurunu, Hindistan’ın bezdiren sıcağını, Arapların çöllerini, “bağımsızlık-azatlık arayarak geçerek Türkiye’ye gelen Alibek Hakim’in oğlu, muhacir. “Elim-Aylap Geçen Ömür” isimli efsanevi hatıratın yazarı. Şimdi Münih’te yaşamaktadır.



Günlükteki Şahıslar: Kazakistandaki ve Türkiye’deki Dayılar ve Yeğenler: Solda Sağa Hasan Oraltay, Nigar Muhametcankızı Bafina; Hatice Alibekgelini Oraltay, Aklima Alibekgelini Hakim, Aliye Adilbekkızı Pınar, Sabiyhan İlyasgelini .Arkada Tursın Kudakeldioğlu Jurtbay ve Nazım Tursınkızı.

Günlükte anlatılan seyahat fırsatını kolaylaştıran bir başka konuyu da ifade etmeliyim.Maltepe Üniversitesindeki bilimsel konferans Türkiye’de Türksoy tarafından organize edilen Nevruz şenlikleri programına denk geldi.

Uzay boşluğunda, güneş merkezli gezegenimizdeki gölgelerin yer değiştirdiği,ve toprak ananın bağrını ısıttığı dönem olan baharın gelişini kutlayan Nevruz kutlamaları sebebiyle, en eski geçmişten beri bütün Türkler olarak; toprak ananın bağrındaki buzları eriten Nisan yağmurları yağınca, yeryüzü yeşile bürününce, ulusun şanslı ve ak sütlerin bol olacağı inancıyla; “Gök” (tanrının) gücüne adaklar bağışlamak geleneğine göre tuzlanmış ağızla yoğrulan tahılı saçı olarak saçmışlardır. Geçmişin derinliklerine ait olsa da bu gelenek bütün Türklerde devam ettirile- gelmiştir. Türksoy organizasyonu ile 14 halkın sanatçılarının katıldığı Nevruz kutlamaları- bunların hepsinin kökü aynı, dili aynı gönlü aynı olan ve tarihin geçmiş dönemlerindeki kopmalar ve ayrılıklara rağmen kardeşlik bağlarının kopmadığının ispatı oldu. Türk dünyasının kültürel bağlarını güçlendiren UNESCO gibi uluslararası bir organizasyona dönüşme amacı güden uluslararası TÜRKSOY kurumunun bu organizasyonuna Türk, Kazak, Kırgız, Azeri, Tatar, Başkurt, Nogay, Kırımçak, Altay, Hakas, Buryat, Gagauz, Kıbrıs Türklerinin sanatçıları, dansçıları, bestecileri, neyzenleri, kopuzcuları, manasçıları ve aşıkları katıldılar. Bu gruplarla beraber, Türkiye’nin Milli Eğitim ve Kültür Bakanlarıyla, Parlamento Başkanlarını Köksal Toptan tarafından kabul edildik.


TÜRKSOY’un gerçekleştirdiği bu organizasyonda Türk Dünyasının Dansçıları Maltepe Üniversitesinde gösteride.

Sadece kişisel görüşler olarak değil, bütün Türk tarihi hakkındaki fikirlerimizden kaynaklanan hatıralarımı bir yazar olarak çoğunluk dikkatini çekmemiş gibi geldiğinden yolcu hatırası şeklinde Günlüğüme dahil etmeyi uygun buldum.

**** **** ****



16-17 Mart Gündönümü. Astana-İstanbul: Zeytinburnu. Allah’ın bir gün boyunca insanlara verdiği güneş ışığını beş saat fazlasıyla yaşayarak, batan güneşle yarışarak İstanbul’un Atatürk Havaalanına konduk. Astana’dan kuvvetli rüzgarla uğurlanmıştık. Burada hafif bir serinlik var. Karşılayan kimseler yok…Yarım saat geçtikten sonra endişelenmeye başladım. Havaalanı çok yabancı değildi. Ne varki endişe başladı bir kere. “Şu söyledikleri bedava izzet-i ikram boş laf olmasın” gibi kötü düşünceler de zihnimi kurcalıyor. Okurken anlaması kolay gelen Türkçenin konuşmaya gelince yabancılaşı-verdiğini hissedersiniz. Nihayetinde polise derdimi anlata-bildim. Cevabını da anladım. Meğer bekleme salonunu şaşırmışım. Havaalanının yolcu uğurlayanları içeriye sokmadığı barikatları hatırladım. Dışarıya çıktığımda şeytankulağını kulağına yapıştırmış halde “İşte geliyor!” diye seslenen ŞükrüAli bana doğru seğirtti. O zamana kadar Hasan Ağamız Münih’ten iki kere aramış bile. Az daha onlar da polise gideceklermiş.

Sesimi duyduktan sonra Hasan Ağanın endişesi hafifledi. Yine de “ Kendisi Münih’teyken İstanbul’a gelen yolcuyu karşılayan kişiyi ilk defa görüyorum” fikri zihnimden geçiverdi. Eminim bıyık altından gülmüştür tabii. Yeğenleri ŞükrüAli ile Ramazan bana dik dik baktıktan sonra “ Oo Ağabeyimiz çok meraklandı, sizi karşılamak için beni taa Salihli’den (mesafe 900km) çağırttı. Memleketinize geri yolcu edinceye kadar gece-gündüz Ramazan’la ikimiz yanınızda olacağız. Kendisi doktorun tavsiyesine uymak zorundaydı. Bu yüzden sizin bütün seyahatinizi programladı. Maltepe (üniversitesine)ye yarın gideceksiniz. Kalacağınız otelin ücreti ödendi. Bundan sonraki programınızı da kendisi takip edecek, dediler.

Böylece emir demiri kesti. Ben Has-Ağa’nın kızkardeşi Galiya ablanın evinde kalacak oldum. Kazakları kanına düşkün derler. Aslında Kazaklar değil, Kazakların kızları kanına düşkündür. Erkekleri kırk düğüm bin beladan kurtarabilecek kadar güvenilir canlardır- ablalarım ve kızkardeşlerim. Bu tecrübe bana çocukluğumdan mirastır. Bu düşünceler içinde, Galiya ablanın kapısı açılır açılmaz… öyle rahatladım ki. Tıpkı kendi halamın-ablamın evindeymişim gibi. Artık Almanya’dakiler endişelenmesin diye düşünürken Has-Ağa’da şeytankulağı zırıldattı. Kendime yapılan hürmeti yadırgamama rağmen yine de şöyle bir lafla çimdiklesem mi fikrine rağmen, sesimdeki müteşekkir ton, kendimi ele verdi. Derhal İstanbul’daki Kazakların “Assalamu aleykum” le gelen hoşgeldin ziyareti başladı. Gecenin yarısı oldu. Aileden miras “tatlı ifadelerle” hepsinin gönlünü aldım. Galiya abla, bütün sülalenin, Kazaklaşan Türklerin, Türkleşen Kazakların hepsinin sığındığı sıcak yuvanın sahibiymiş. Nurgocay Bahadır’ın Hatıratını dağıttım. Gece yarısını geçe hoşgeldinciler de veda etti.

Bizden önce bu evde Muhtar Magavin ile Rımgali Nurgaliyevlerin de kaldığı koridorun sonundaki odadaki yumuşak yatakta bu günlüğü acele yazdım. Tanışacak çok kişi var dendiği için bu gecenin dostlarının çoğunun ismini hatırlayarak kaydetmeye yeltenmedim. Bu satırları yazmak için gerekli olan zindelik de, Galiya ablanın koyu kırmızı sıcak (tavşan kanı).. ve bedava çayıydı. Seyahatlerimde en çok çay ararım, Has-Ağa beni o dertten de kurtardı. Ertesi, sabahın köründe Maltepe’ye gideceğiz. Yurtdışına çıktığımı sezmeden gözlerim kapandı…( …)



17 Mart. İstanbul: Zeytinburnu-Maltepe. Bugün hayırlı bir güne başladık. Ölçüsü kısa bir günün rızkını hayatın üç günlük etkisine eşit saydık. Günün hayrını getiren sabahın tadını tatlandıran şey de, Galiya ablanın sabah kahvaltısındaki çayıydı. Hayatta çayların en güzelini de içiyoruz ama o sabahki kahvaltının önemi farklıydı. Ben annemi erken kaybetsem de, halalarımın, yengelerimin şefkatle büyüttüğü yetimlerdenim. Ben çocukken onlar sabahın köründe kahvaltı sofrasına dolapta ne varsa dizer, çayları tadında demler ve benim kalkacağım vakti beklerlerdi. Beni seslenerek değil, çaydanlıktaki çayın karanfil kokusuyla, öyle şefkatli bir tavırla sessizce uyandırırlardı. Yarabbi! Galiya abla da beni tam onların kullandığı “tertiple” uyandırdı. Tüylerim diken diken oldu, yüreğim ezildi… Meğer ŞükrüAli’yle Ramazan çoktan gelmişler, beni bekliyorlarmış. Sofrada, dedim ya, tıpkı benim çocukluğumdaki gibi…ağız, süzme, yoğurt, süt kaymağı, akıtma, ak kurut, peynir kurutu, ak kurabiye, bal, kavurma, süt, ayran, hurma, zeytin, çilek reçeli, sıcak ekmek, tereyağı. Tıpatıp babaannem Dinakan’ın, halalarım Cabağı, İyzagül, Tübitkan, Ayımhan, Raşkan, yengelerim Sakeş, Külümhan sofraları. Sofradaki çeşitlerin herbirini tek tek tadına bakınca ancak doyacağınız kadar ölçülü servis edilmiş bir sofra. Oyy Allahım! Bu kadar da benzerlik olur muş! Sadece babaannemin ayaklarıma masaj yapması, Cabağı, İyzagül halalarımın alnımı okşaması eksik gibi. Tübitkan ile Raşkan şimdi bile seyrek de olsa beni hala şımartırlar. Artık altmış yaşına gelmişken, onların torunlarıyla yarışmak istemesem de, başım hep onların dizlerine doğru düşme eğilimindedir… Ben bu duygularımı, tabii ki, Galiya ablaya söyleyemedim. Sadece:” Galiya abla, anneden gördüğünüz terbiyeniz olmalı. Dayılarınız asil kişiler olmalı (Alibek Hakim ve Ağabeyi Adilbek Mollanın aldığı hanımları Nayman kabilesinin kızlarıdır). Çayınızın tadından anlaşılıyor dedim. Galiya abla ile Sıdıkan ağa sözümü anlayarak gülümsediler. Şimdiki devrin gençleri olan ŞükrüAli’yle Ramazan sadece bakıştılar.

Bugünün uzun ve yorucu programı için acele etmem gerekse de herşeyi yavaştan aldım. Duygularımı alt üst eden bu güzel sabahın beni beşik gibi sallayan çocukluk yıllarıma döndüren hisleri daha yeni uyanırken, bundan altmış sene önce vatanından on üç yaşında küçük bir kızken ayrılan bu hanımın anasından öğrendiği terbiye ile, ulusunun temel geleneklerini tamı tamına yansıtarak hazırladığı sabahki kahvaltı adetlerini sindire sindire yaşamak istedim. Kazak vatanındaki Kazaklar tarafından bile unutulan geleneksel sofra adabı, artık canları hoş bir sedaya dönüşmüş geçmişte kalmış sevdiklerime duyduğum özlem, babaannem ve halalarımı hatırlatan Galiya abla da benim öz ablammış sözlerini günlüğüme yazdım. İşte, vakit gece yarısını geçmekte iken ben de onların hepsine karşı özlemimin büyüklüğünü idrak ederek, kendimi toparlamam için kalemimi elimden bırakıyorum…



Kalemi elime tekrar aldığımda, gözlerimin önünde İstanbul sabahı canlandı. Sabahın yedisindeki trafik karmaşası, yollardaki sıkışıklıklar, dönemeçler ve arabaların duvarlara sürtünerek yol alışı, tarihteki Konstantiniyye’yi gözlerinizin önüne getiriverir, sizi binlerce sene öncesine götürür gibiydi. Tarihin en eski çağlarından beri Avrasya’nın kapısı olan bu mekan. Asırlar boyunca devam ede-gelen dünya tarihinin, geçmiş uygarlıkların ve sonradan kurulan yeni alemlerin kader çizgileri. Antik dünya ile Türk dünyasının zıtlıkları ile aynılıkları, şehrin birçok noktasında bulunan geçmişin izleri, Topkapı, Ayasofya, Sultan Ahmet günün yirmi dört saati, senenin 365 günü ve ebediyen hep zihinleri işğal ediyor, istemesek de karşılaştırıyoruz, Adım başı tarih. Onu ölçmeyle, tanımayla, ve görmeyle bitirmenin mümkünatı yok gibi. Oldukça dar bir sokaktan geçerken Ramazan: Eski İstanbul sokaklarında gözü kapalı olarak araba kullanabilirim. Ben bu şehirde doğdum ve büyüdüm. Benim mekanım da vatanım da İstanbul’dur. Belediye taşıtları Maltepe’ye üç saatte gider. Ben sizi oraya bir saatte götüreceğim dedi. Böylece yokuşları-inişleri, dönemeçleri-köşeleri, sokakları-caddeleri, meydanları, sarayları geçerek Avrupa yakasındaki eski Konstantiniyye’deki Topkapı’ya geldik. Tam karşımızda denizin tam ortasında, Kazaklarında masallarında anlatıldığı gibi kızını ölümden korumak için denizin ortasına yaptırdığı kulede saklayan ancak sepete giren bir yılan sokmasıyla ölen prensesin adını ölümsüzleştiren KIZ KULESİ vardı. Türklerin gözyaşlarınızı tutamadan seyrettiğiniz acıklı filmlerinden de acıklı bu KIZ KUlESİne gitmemi ve onun resimlerini geirmemi rica eden küçük kızım Nazım’ın dileğini gerçekleştirmenin imkanı doğmuş gibiydi. Kız kulesini yaptıran padişahın (Kazaklardaki ) adı neydi? Akça Han mı, Aknazar Han mı, Karahan mı? Hani o antik efsanedeki hanın adı neydi?.. Dur!.. Ya bu bizi nereye götürüyor? Asss-Sabır. Düşüncelere dalacak vaktimiz yoktu.


İki kıtayı gökyüzünde birleştiren köprü tepemizde duruyordu. Eğer köprüden geçersek Maltepe’ye varışımız üç saati bulurmuş. Köprü yakın, ancak trafik sıkışıklığı nedeniyle yol uzayacak. Gökyüzünden geçen uçak değil ama, havada kanat çırpan kuşlar da o köprüye konmadan geçmez gibiydi. Bu şehirde on altı buçuk milyon insan yaşamaktadır. Yani bütün Kazakistan halkı Avrasya’nın bu boğazında deniz kenarına yerleşmiş gibiydi. İstanbul’un sayısız tepelerinde üst üste inşa edilmiş konutlar. Bazen tek katlı bir evin köşesinden geçerken bazen de kırk katlı binaların arasından yol alırsınız. Mimarlık sanatının binlerce yıllık örneklerini görebileceğiniz bir başka dünya şehri yoktur. Yani İstanbul’a özgü şehircilik problemleri dünyanın başka mega kentlerindekine benzemez. Bu şehir, Şanghay, Şikago, Tokyo veya Sen-Petersburg gibi basit bir şehir değil, çetrefil sehir. Dışarıdan göründüğü gibi Türkiye nüfusu da homojen değildir. Onların içinde de anlayış, kavrayış, köken konusunda farklılıklar var ve binalar, evler, caddeler ve mahalleler sessizce bu farklılıkları açıklamaktadır. Bunların arasında en tehlikelileri Nobel ödülünün sahibi yazar Orhan Pamuk gibiler olarak görünmektedir. Galiya ablanın Türk damadı Mahmut’la yaptığımız edebi sohbet sırasında bu konu açıkça anlaşıldı. Pamuk’un Müslüman Türk dünyasında doğmuş olmasına rağmen onun ruhani yahudilik eğilimini sezmişcesine onun “Benim Adım-Kırmızı” romanını okuduğumda ondan yüreğim soğumuştu. Bütün dünyanın fikirlerine boyun eğdiği bu karakter kendi memleketinde sevilmiyormuş. Bizden de böylesi şahsiyetlerin çıkmaya başladığını görmek çok üzücü. Türk dünyasını çürütecekler böyleleridir. Eski İstanbul’a sırtımızı yaslayarak, Marmara’nın dalgalarına bakarken böylesi rahatsız düşünceler içindeydim.

Eski İstanbul’dan Manzaralar: Bu semaverin içindeki “koyu kırmızı sıcak fakat parayla satılan çayın dumanı tütmektedir.

Anadolu tarafındaki İstanbul’a Marmara denizinden vapurla geçtik. İstanbul’un iki yakasını denizin altından geçen tünelle birbirine bağlayacaklarmış. Şehri ikiye ayıran şey nehir değil deniz ve iki taraftaki mimari yapılarda da farklılıklar var. Anadolu yakasının karakteri Asyalı, burası Taştepe, Sultantepe, Maltepe gibi Türkçe isimlerle Türkleşmiş. Nihayetinde kalabalık yollardan geçerek MaltepeÜniversitesine tam vaktinde yetiştik. Sessiz, sakin, şehir gürültüsünden uzak, sadece ilimle uğraşmaya adanmış bir alana yerleşen üniversiteyi çok beğendim. Vaktiyle bu çok milyon halkın yaşadığı şehrin hayvan pazarı olmuşa benziyor. Konferansın ilk yarım saatinde İstanbul hakkındaki düşüncelerden kurtulamadım. Bütün Kazakistan nüfusu bir şehre toplanmış. Orada akrabalar da var. Antika, Zeus, Troya, Bizans, İskit, Kral Atey, Küriş, İskender Zülkarneyn(Büyük İskender), Sançar(Sencer), Osmanlı, Beybars, Karamanlar, Aksak Timur, Mamay, Esenboğa(EsenBuka), Kunanbay, Şakerim, Mustafa (Çokay)… İşte şimdi de ben geldim. Yeri gelmişken, Kuban Kıpçaklarının geldiği dönemler, Mamay’ın askerlerinin katıldığı zamanlar.. İdil bölgesini idare eden Türkler…Nogayların yurt değiştirdiği dönemler de var. Keşke böyle düşünceler geldiği anda derhal kayda geçirmek için Osmanlı arşivlerinden bu konuların izlerini sürmek vardı. Böyle fırsatlara sahip olabilir miyiz?

İşte daha önceden tanışıklığımız olmayan Güljanat kardeşimiz de geldi. Kibar, becerikli, mütevazi ama cesaretli ve görevinin bilincinde bir kardeşimizmiş. Yirmialtı memleketten gelen alimlerin katıldığı konferansta bana en yakın kişi de Güljanat kardeşimizdi. Türk’ün geliniymiş. Maltepe Üniversitesinin başkanlarına da sözünü geçirebilecek kadar etkiliydi. Konferans on dakika sonra İstanbul salonunda başladı. Rahatladım ve bugünün öğreteceği tecrübeleri dinlemeye hazırlandım.

Maltepe Üniversitesi ile Japonya (Tsukuba) üniversitesinin ortaklaşa düzenlediği ve Amerika, Fransa, Belçika, Rusya, Bulgaristan, Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, İsrail, İran, Hindistan, Afganistan, ve Japonya’dan akademisyenlerin katıldığı “Orta Asya’yı Araştırma Meseleleri: Dünü, Bugünü ve Yarını” konulu uluslararası konferansta bildiriler İngilizce ve Türkçe yapıldı. Programa göre konferans iki gün sürecek. Benim bildirim ikinci günü öğleden sonraki oturuma planlanmış. Sonra katılacağım oturumları planladım. Ben konu başlıklarını bildiğim ve akademik olarak ortaklaşa çalıştığımız Kırgız, Özbek, Tatar ve Rus konuşmacıların bildirilerini nöbetleşe dinlemeyi uygun gördüm. Kazakistandan Tarih Enstitüsünün müdürü Sattar Mecitof, tarihçi Klara Makaşeva, Evrazya Üniversitesinden Mara Gubaydullina,Taysa Marmantova ve insana rahatsızluk hissi veren bir master talebesi vardı. Onların bildirileri günümüz siyasetiyle ilgiliydi. Siyaset konusunda ilmi sonuç olamayacağı için, istikrarsızlığı sevmem. Kudaybergen Jubanof’un küçük oğlu Profesör Askar ağabeyimiz babası hakkında bir bildiri vermek için konferansa katılmış. Tanıştık ve hemen kaynaştık. Ağabeyimizin eşi kendi kocasına yaptığı hizmeti bizden de esirgemedi ve iki günlük konferans süresince sıcak, kırmızı, koyu çay konusunda zorlukla karşılaşmadık. Komik olmasına rağmen, kırmızı, koyu sıcak çay konusu Kazakistan’dan başka bütün memleketlere gittiğimizde en önemli ihtiyaç haline gelmektedir. Türkçeden İngilizceye, İngilizceden Türkçeye çevrilen ve aksanlı şekilde ifade edilen bildirileri anlamak için oturduğunuz yerde on saat boyunca dört dönerken beyninizin yorgunluğunu ancak kırmızı, koyu, sıcak çay ile giderebilir, susuzluğunuzu bastırabilirsiniz. Demekki… komiklik gibi gelmesin. Bu konuyu Askar Ağabeyimiz de anlamış. Eğer çaysız kalsaydık, bu kadar çok düşünceyi günlüğümüze de yazamazdık. Talebeyi öğrenci, kompüteri bilgisayar olarak Kazakçalasak da iyi olurmuş.

Konferansın ilk günkü oturumlarından (toplam 74 bildiri) edindiğim intiba: Bildirilerde ele alınan birçok konular bize de aşina. Sadece Kafkasya bölgesi özellikle de Gürcülerin bildirileri heyecanlı oldu. V.Kiknadce “Beni Rusça konuşan biri olarak düşünmeyin diye konuşmaya başladı. Bunu anlayışla karşılamak gerekir. Rus emperyalizmine zorla boyun eğdirildikleri anlaşılmaktadır. Buna göre Kaf dağı hiçbirzaman ayının tırnağından kurtulamayacak gibi görünmektedir. Japon alimi Hsio Komatsu İslam dini hakkında bildiri verdi. Orta Asya’nın iç ve dış güvenlik meseleleri ile İslam konusunda mütevazılıkla bildiri sundu. Bu konuyu neden seçti? Meğer Müslüman dünyasındaki hareketler dünyayı sona doğru götürür mü konusunda tartışma varmış. Eski Sovyet topraklarındak iruslaştırma siyaseti ve din konusunda bildiri sunan İsrailli Profesör Landau devamlı endişeli şekilde herkesle fiskoslaştı. Meğer bu alim “Ben yahudiyim İsrailden geldim bana kimse dokunmaz değil mi?” tarzında sorular soruyormuş. Asansörde bu soruya biz de muhatap olduk. Soruyu anlamama rağmen “No English” diyerek cevap vermekten kurtuldum. Bu alimin soruları safça mıydı yoksa deneme maksatlı mıydı diye düşünüyorum. Bana bu soruyu yöneltiği zaman dikdik baktığını hatırlıyorum. Bunun anlamı dünyanın 24 memleketinden gelen insanların vücut diline hakim olmak anlamına gelmektedir. Siyasi analizciler için ise bu konuya vakıf olmak siyasi analizciliğin en önemli metodlarından biri sayılır. Ne var ki yüzünden gülümseme eksik olmayan bir alim. İstanbul, bırakınız Yahudileri, Bin Ladin bile gelse farkedilmeyeceği kadar büyük bir şehir.Çünkü İstanbul binlerce yıldan beri dünyanın kapısı olmuş bir şehirdir. Türkler için de yurdışından gelecek tehditten çok ülke içindeki problemler rahatsız ediyor gibi görünmektedir.

Bu konferansta, professor Enverbek Mökeyef liderliğindeki Kırgızlar göğüs gererek dolaştılar ve diledikleri gibi konuştular. Film gösterisi yaptılar. Orta Asya hanlıklarının Osmanlı İmparatorluğu ile ilişkileri konusunda Buhara, Semerkand ve Hive kütüphanelerinde bulunan el yazması kaynaklarla çalışan Özbek alimleri Zumırad Rahmankulavo’nın, Gulşahra Sultanova’nın, Sanobar Şadmanova’nın, Bahadur Rasilof’un, Kaharman Recebof’un sundukları bildirilerin önemi büyüktü. Yurtdışına giden Özbek kardeşlerin Kazakları kirli sularla temizleme adeti olurdu. Şamsiddin Kemaleddin ağabeyimiz “Tarihçi Vasilos Vattatzis haritasında Orta Asya” konulu bildirisinde burada Özbekistan haritada yer almaktadır. Başka memleket yoktur.” Dedi. Ben misafir olduğum için organizasyon meselelerine karışmadım. Ne yazık ki önemli bir şahsiyetin olması böyle konular için gerekliymiş.1730 senesinde Jongar istilası sırasında çizilen bu haritayı biz de biliyoruz. Sabredemedim .”Kazakistan haritada yok muymuş?”diye sorunca ”Öyle bir kaynak yok, Belki Karakalpakistan’da vardır” cevabı verildi. Böylesi anlayışa söylenecek söz yoktur. Yüksek sesle”Aga! Akkalpakların(Kırgızlarıkastederek) içine de, Karakalpakların içine de, alalı takkelerin içine de (Kazakların) tımakı sığmaz. Islam ağabeyin değil, Islam (dininin) yoluyla yürümek doğru olur” dedim. O cevap vermedi. Türkler de güldüler. Oturum başkanı Kırgız professor Enverbek Mökeyef anlamasına rağmen önemsemedi. Kahve molasında “Tayke! “Manas’ın yarısı Kazaklardır. O Kazakları takkenin içine değil, hiç olmazsa akkalpağın içine de sığdırmadınız.” şeklinde şakalaştım. Adetlerine yerleşmiş Kalmakvari gülümseyerek ”Öyle, öyle” dedi. Özbek kardeşlerin günümüzdeki tavrı aşırı İran tavırları ve sartçılıkla zehirlenmiştir. Türk dünyası ve Türk tarihi onlara yabancıdır. Hristiyanlık, Judaizm ve sonra Müslüman dininden kaçanlar, ateşperestler- göçebe Yahudiler, Hazarhanlığını yıkanları Kazaklar sart adıyla anarlar. Sadece ırk olarak Türk olanlar Özbektirler. Özbeklerin kesinlikle kabileleri vardır. Dolayısıyla Özbek alimlerine sizler Özbek misiniz? Sartmısınız? diye kibarca sordum. Tarihte Mısır’da ve İran’da Özbek kardeşlerimizden gördüğümüz kötülükler sadece bununla kalmamıştır. Hepsi de kendi boylarını söylediler. Hatta bizim Sanobar, Ökireş isimli ceddimizin soyundan geliyormuş. Sadece Zumırad “Ben boyumu biliyorum ama söylemem. Biz bölünmeyeceğiz” dedi. İyi bir alim ve üstelik hanım. Ee devlet zoruyla; bölünüyorsa da, bölünmeyeceğim demesiyle İslam Akanın kullandığı siyasetin sirayet ettiği anlaşıldı. Belki de jurnalden korkar diye daha çok ısrar etmedim. Aslında kabileciliğe ben de karşıyım. İnsanı kendi milletinden soğutan siyasetten hoşlanmıyorum, kızıyorum. O güzel günün canımı ağrıtan sızısı bundan ibarettir.

Bu siyasetin bir başka ifadesi, bütün Türk asıllı sanatçıların Nevruz akşamı münasebetiyle yaptıkları gösteride de ortaya konuldu. Özbekistan ve Türkmenistan’dan hiçbir sanatçı katılımı olmamıştı. Yirmidört saat boyunca meydana gelen dördüncü değişiklik ve bizim seyahatimizi uzartan karar buradan başladı. Konferans akşamında yukarıda ifade ettiğim ruh hali içerisinde otelin lobisinde dururken, Kazak milli kıyafetleri giymiş kızlar gözüme çarptı. Genç erkekler de gördüm. Damağımıza tümor gibi yapışan Rusça ile bu dili konuşan çeşitli kıyafetler giymiş sanatçılar gruplar halinde geldiler. Onların kim olduklarını sormadan Tatar, Gagauz, Azeri, Altaylı, Hakas, Toba olduklarını anlamıştım. Bunların lideri kim mi diyorsunuz. Kesinlikle, yetmişli yıllarda dünya orkestrasının baş kemancısı, dünyadaki dinleyicilerinin yakından bildiği, Kazakistan’ın kültür eski bakanı şimdi Türksoy başkanı olan Düysen Kaseyinof! Görüştüğümüzde hemen kucaklaşırdık. O adetimizi yine tekrarladık. “Ben senin geldiğini duyunca sevindim. İşim var .Görüşmeyeli çok oldu, beraber olalım. Bütün istediklerini yaparım” dedi ve yoluna devam etti. Konser eski Sovyet dönemi sırasındaki sanat günlerini hatırlattı. Fakat bu sefer içeriği de görüntüsü de milli, evet evet Türke has! Hakas-Altaylılar “Umay! Umay! Altın Kubay(beşik). Verme sele evladı oylay(düşünerek) sözleriyle makama uygun dans ettiler. Tatarların şarkıcı getirmemesine şaşırdım. Ama Kırımçakların dansı, özellikle kuğunun kanatlarına benzeyen kızların parmakları resmen konuşuyordu. Ne desenizde Bahçesaray’da harem geleneği olduğu için, onların dans ve hareketlerinden bayanlara has asalet farkediliyordu. Kırgızlar “Manas” destanlarıyla, Kazaklar dombıraları ve Akkuv-Kuğu danslarıyla katıldılar. Hepsi dans gösterisiydi. Gece dansla açıldı, dansla sürdü ve dansla kapandı.



Bahçesaray Dansçılarıyla Karagandı’lı Laleler

Akşamında verilen kokteylde sofrayı bütün Türk dünyasını idare eden ve hepsine baş eğdiren Düyseken bütün misafirleri selamladıktan sonra bana geldi: “Senden ricam bu 14 ayrı halktan gelen sanatçıların adından Türkiye’nin Milli Eğitim ve Kültür Bakanlarının önünde bir konuşma yapman. .Senin Türkiye’de olduğunu duyduğumdaki sevincimi boşa çıkarma. Yarın Ankara’ya gidiyoruz. Sonra Altay köyü ile Salihli’ye gideceğiz. Bunu reddetme. Masrafların ödenecek. Gerisini Askar halleder.” Dedi.Askar Turgambayef, Rahan’in talebesi kültür konusundaki baş danışmanı, doktora yapmanın faydası olarak istersen taleben, veya talebenin talebesi, belki jürisinde de vardın. Askar Çora Batur destanı hakkında tez savunması yapmıştır. Rahan-ın talebesi.Rahan’ın bütün talebeleri Türkçüdürler hem mütevazidirler. Oraları ömrümde bir kere görmeyi hep istemiştim. Ama yarın bildiri sunmam gerek. Üstelik bedavayı ne kadar çok sevsem de, benim bu seyahatimin sebepçisi olan “Bedavacıların destekçisi Hasan Ağabeye danışmam gerekiyordu. ŞükrüAli ile Ramazan sabah gelecekler. Üstelik Galiya abla, İstanbul’daki Kazaklara haber vererek benim şerefime vereceği yemeğe hepsini davet etmişti. Böylesi endişelerle Askar ikimiz Elmira yengenin koyu, kırmızı ve ikide birde holde demleyerek getirdiği çayı içiyorduk. Benim için 29 saate ulaşan bu uzak gecede yaşadıklarımı günlüğüme yazmaya başladım.

Pencereden yıldızlara baktım. Maltepeden doğuya doğru gidiyorlardı.



Достарыңызбен бөлісу:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10




©dereksiz.org 2024
әкімшілігінің қараңыз

    Басты бет