18 Mart. İstanbul: Maltepe. Dün günlüğüme yazdığım uzun hatıraların etkisi midir, orta parmağım sızlayarak uyandım. Bu her zaman olan bir şeydir. ŞükrüAli ile Ramazan da hemen gelmişler. Düys-Ağa’nın teklifini söyledim: “ Endişe etmeyin, Hasan Ağa, kendi misafirini Türkiye’nin ikinci sayın başkanlığını yapan Köksal Toptan bey ve daha başka iki bakan kabul eder ve görüşürse çok memnun olur.” dediler. Galiya abla da dayıları adına böbürlendi. Benim 25 sene önce dilime doladığım bedavacılığı bunlarda öğrenmişler. Aslında o acı gerçeklerden kaynaklanan bir terimdi. İşte şimdi de cep telefonu yerine kullandığım şeytankulak gibi uluslararası terime dönüştü. Ah Orazgül beğüm ile Şerüvbay kardeşim bunu onaylamazlar ki. Ben hemen şeytankulakla görüşeyim derken, Hasan Ağa’nın kendisi telefonla haberleşti. Bu hareketinin ne kadar düşünceli bir tavır olduğuna hayranım. Yeğenleri onun dediklerini harfi harfine uygulasa da yine onları uyarmak ve benim işimi takip etmek için arıyordu. Tabii onun bu dakik disiplini ne kadar Kazak olduğunu söylese de, artık Almanların “pünktlich” dakikliğini aldığını gösteriyordu. Çünkü onun bu tavrı, insanların herşeyini kıskanan ama uykusu geldiği zaman babasının katilini bile affediveren Kazakların davranışına hiç uymuyordu. Çünkü tam o saatte Münih’te sabahın saat altısı olmalıydı.(Burada yazar, bilmez, kırk sene Almanya’da yaşasa da, 28 sene Amerikalıların Azatlık radyosunda çalışsa da, Hasan Oraltay çocukluğundan beri sabah namazını o saatte eda etmeden gününe hiç başlamaz… Akşamları da işten eve gelip yatmadan önce günlük namazlarını kaza ve eda etmeden yatağa girmezdi. Çevirenin Notu.) “Bakıcısı iyi olursa yarış kazanmayacak at olmaz, davetçisiyle anlaşırsa, misafirin gitmeyeceği yer olmaz (Baptavşısı kelisse-şappaytın at cok, şakıruvşısı kelisse-barmaytın colavşı cok) dedi. Gerçekten ! Beni davet edenlerin ikisi de sözünde durdu. Fakat o gün (Ankara’ya) gidemedim. Sunulacak bildirim vardı. Üstelik konferansın sonuç bildirisini dinlemeden gidivermek terbiyesizlik olurdu. ŞükrüAli ve Ramazan’a sizin de işiniz vardır, bir araba kiralayalım ve beraber gidelim teklifini yaptım. Hemen kabul ettiler fakat Şükrü Ali:”Ozaman ben sizi uğurlayamayacağım, ayın 27-28-inde yerel seçimler var. Ben belediye meclisine AK partiden adayım. Bu parti şimdi iktidar. Politika yapıcılık da, bütçe konularıda onlar tarafından belirleniyor. Sadece Has-Eke’nin talebiyle sizi karşılamaya geldim. O şahsın emirlerini yerine getirmek zorundayız” dedi. “Anlaşıldı, ben de bu izzet ve ikramın sebebini merak ediyordum. Biz Salihli’ye gidince sen bizden ayrılırsın. Türkiye’yi böyle gezme fırsatını bir daha bulamayabiliriz. Bu yolculuğun mali konularını Düyseke’nin tanıştırdığı Askar ile görüşürsünüz. Kabul ederlerse yarın rahat bir araba ayarlayın. Sen geri dönüşümüzde Salihli’de kalırsın.Ben Has-Eke’yle konuşur seni azad ettiririm.” dedim. Anında cep telefonu (şeytankulak) ile konuştuk ve meseleyi hallettik. Böylece sadece Ankara’yı değil bütün Türkiye’yi yüzde yetmiş oranında otomobille gezecek olduk. Ne kadar çok tarihi yerler göreceğimi düşünmekle bile mutlu oldum.
Böylece konferansın ikinci günü başladı. Uzun-kısa, anlamlı-anlamsız, bilinen-bilinmeyen konulardaki bildirilerin genel amacı bilgi toplamak maksadıyla yapılmış gibi geldi. Ancak benim bilmediğim bir sonuç çıkmadı. Ben çok mu detaylı çalışıyorum, yoksa araştırmalarım ve tecrübelerim çok mu derindir bilinmez. Altmış yaşa gelinceye kadar epey çalışma yapmışız. Belki bu yüzden olsa gerektir. Bu konferansta; Hindistan, Pakistan, Afganistan gibi bölgelerde jeosiyaset, İran’daki Türk asıllıların durumu, Doğu Türkistan hakkındaki arkeolojik ve siyasi araştırmalar, Usul-ü Cedid hakkındaki çalışmalar, Sovyet dönemindeki din ve dil siyaseti, Kazakistan, Gürcistan ve Ukrayna’daki Hristiyan Türkler, Türkiye’nin Avrasya bölgesindeki nüfuzu, Doğu ve güney Kırgızlarının siyasi bölünmeleri, Orta Asya’daki Kuşanlar hakimiyeti, Enver paşanın Orta Asya maceraları, Sovyet Döneminde Orta Asya tarihine bakış meseleleri, Orta Asya’daki NATO etkisi, Kafkasya’daki siyasi bölünmeler ve Karabağ konuları ele alındı.
Evet, görüşlerin yayınlanması, tartışılması ve pratikte uygulamaya konulması zorunluluğu farkediliyor. Ne yazık ki araştırma konularının hepsi geçmişle ilgili. Siyasetçiler o vakte kadar daha nice tartışma konuları bulacaklardır. Konuya böyle yaklaşınca tarihçilerin rollerinin sadece kaydetmeyle sınırlanacağını düşünmek cesaret kırıcı. Fakat onu da yapmak farz. Bu konunun Kazak siyaset adamlarının aklına gelmeyeceğine eminim. Çünkü biz Kazaklar siyaset belirleyemiyoruz, çünkü biz elimize başkaları tarafından verilen programları uygulamakla yetiniyoruz. Avrasya bölgesindeki siyasetin Astana’da uygulanması konusu İrina ve Aleksandr Selyeznef’lerin sunulmayan bildirilerinin özetinden açıkça görünmektedir. Güljanat’ın yapımcılığını üstlendiği Kırgızlar film gösterisi( ben Üniversite kütüphanesine AlaşOrda ile Milli Bağımsızlık hakkındaki kitapları hediye ettim) ve plaket dağıtımı sonrasında konferans sona erdi.
Yurtdışından gelen Kazak ve Özbeklerde vardı. Fakat onların fikirleri bana göre basit gibi geldi. Onların ilme bakış açıları bize göre daha yüzeysel gibi geldi. Bildirileri bir insan değil adeta yapay zeka sunuyormuş izlenimi vardı. Fakat ilim aslında her şahsın bireysel bakış açısını yansıtmaz mı? Galiba benim master talebelerimin çalışmaları bile bu bildirilerden daha samimi ve önemli görünüyor. Belki benim şahsi ilgim sebebiyle öyle görünüyordur. Ne yazık ki böyleleri, gelecekte yurtdışında falanca sene okumuş ve filanca uluslararası konferansa katılmış olarak bize gelir de bizim talebelerimizi küçümserse fikri beni kızdırmıyor değil.
Şahsi olarak benim çıkardığım sonuç şudur: bazen elimizin altındaki işleri ele almakta zorlanırız. Aslında bildiri özetlerini bilgisayar ortamında sunmanın büyük bir zorluğu yoktur. Bildirilerin ingilizcesini de önceden hazırlamak mümkündür. Üçüncü olarak, halkımızı tanıtacak şahsiyetler konusunda geride kalmışız. Askar Kudaybergenov ile benim “Milli ve Sovyet Cezalama Siyaseti” başlıklı bildirim beraber sunuldu. Bizlere sorular yöneltildi. Bizim oturumdaki tercüme işini bir Kırgız kızı üstlendi. Çok güzel tercüme etti. Kazaklar bu konuda Kırgızların seviyesinden de geri kalmışlar. Bu konuda da kabiliyetli olmak gerekirmiş.
Kahve molasında Komatsu beni göstererek Japon Casusu dedi. Kaynaklar konusunda bilgi aldı. O daha önce bu konuda çalışmamış. Türkçe biliyordu. Kazakça ve Kırgızcayı anlıyordu. Özbekçe konuşuyordu. Bu dört dile bir de Japonca telaffuzu eklersek, sohbetin nasıl ilerlediğini tahmin etmek zor olmasa gerektir. Sonunda Güljanat’ın tercümanlığını kullanmak zorunda kaldık. O sırada Güljanat: “Sizinle Zeki Velidi Togan’ın kızı Prof. İsenbike Togan tanışmak istiyor” dedi. Efendim?! Böylede ani tanışmalar olabilirmiş. Yüreğimi avucumun içine alır gibi bir hareketle İsenbike Begüm’ün avuçlarına koydum. “Bunun içinde sizin babanızın özlem duyduğu Alaş İstiklalinin Nefesi var” dedim. Gözleri yaşardı. “Babam ve Başkurtlardan sadece siz bahsettiniz” dedi. O kısa kahve molası sırasında yaptığımız bu görüşme bize uzun ve duygulu bir karşılaşma gibi geldi. Zeki Velidi’yi sorgulama ve onun geride kalan eşi konusunda bilgi verdim. Duyğulu bir tavırla: “ Ben babamın ikinci Tatar(Nogay) hanımından doğdum. Başkurtistan ve Kazakistan adı geçince babam göz yaşlarını tutamazdı. Sizin konuşmanız sırasında onu hatırladım. Geride kalan eşinin öldüğünü sanıyordu. Altmışlı yıllarda birinci eşinin hayatta olduğunu ve torunlarının bile olduğunu duyunca çok ağladı. Biz haberleşiyoruz. Ben de hocayım.” dedi. Zeki Velidi’nin sorgulamasını da konu alan “Uranım Alaş!” kitabımı: “Alaş İstiklalinin bir damla göz yaşı olarak İsenbike Begüm’e ithafla” yazısıyla kendisine hediye ettim. Resim çekildik. Nedense bir türlü ayrılamadım. Vedalaşmaya kıyamadım ve arabaya kadar uğurladım. Bu hayatta çok farklı kader kurbanlarıyla tanıştık. Fakat İsenbike Begüm ile tanıştığım zaman ki kadar heyecanlanmamıştım. Niye daha önceki günden beri haberim olmadı? Hayıflandım.
Askar Ağabeyimiz babası Kudaybergen Jubanof’u tutuklatan alimin suçunu kabullendiğini gösterdi. 1951 senesindeki özgeçmiş beyanında “Halk düşmanını belirleme görevinde aktif rol aldım. Bu meyanda Kudaybergen Jubanof’un milliyetçi teorisini açığa çıkardım.”, şeklinde ifadeler varmış. Bu bilgiyi Askar Ağabeye söyleyen akademik hakkında benim şüphelerim vardı. Bu konuyu Elmira yengenin koyu çayını içerken ele aldık. Ağabeyimizin kederi dağılmamıştı. Onu nasıl teselli edeceğimi bilemedim. Benim de hatırıma Kudaybergen’in Alaş liderleri hakkındaki bazı fikirleri geldi. Ama artık onu kullanamayacağım.
Maltepe’deki ilmi değerlendirmeler günlüğün kaldırabileceği konular değil. Ertesi günü düşünerek günlüğü elime aldım. Sabahki rızkımız Tanrıdan. Yine orta parmağım sızlayacağı için uyuyamayacağım.
19 Mart. İstanbul-Ankara. Sabahki vedalaşmalardan sonra oteldeki odama çekildim. Kar atıştırmaya başladı. Her zamanki yere değmeden havada eriyen türünden. Halbuki televizyon haberlerinde “ böyle yoğun kar İstanbul’akışın da yağmamıştı” şeklinde haberler verilmeye başladı. Ama bizim diyarda böyle hafif yağışlar beşikteki çocuk oyuncağı gibi karşılanır. Astana’daki tipinin etkisi buraya ancak yetişmişe benziyor. Trafikte sıkışıklık olmuş. Şükrü Ali ile Ramazan da geciktiler. Meğer İstanbul’da bir caddede olan trafik problem bütün yol boyunca akan trafiği etkilermiş. Üstelik hırsızlık olmuş ve hırsızı yakalamaya çalışanlar da trafiğe takılmışlar. Bizim belediyeciler” haberleşmese de ben televizyondan takip ediyordum. Sonunda onlar ancak öğle saatinde gele-bildiler. Bu dört saatlik süre boyunca edindiğim intiba; hava durumunun çok zorlu koşullarda devam ettiği Kazakistan’daki Kazakların çok dayanıklı olduklarıydı. Geçmişte göçebeler, taştan yapılmış kalelerde oturan ve devamlı ordusu olan Bizans’ı nasıl yendiler diye merak ederdim. O sorunun cevabının tabiat olaylarına dayanıklılıktan kaynaklandığı şimdi belli oluyor. Sıcak iklimlerde yaşayan insanlar zamanla dayanıksızlaşıyorlarmış. Onlar hayatlarında bir kere ölürler. Ama göçebelerin hayatı hergün ölmek ve dirilmekle geçer. Kurtlar gibi mücadeleli hayat sürdürmeleri de işte bu sebeptendir. Bu seyahat süresince, Türkiye’nin dört köşesini gezip-göreceğe benziyorum, buna dikkat etmem gerekiyor. İkinci konu ise hava durumuyla ilgili haberlerdeki panik havası ile İstanbul’un hangi köşesinde ne çalındı, nerede kaza oldu, Oteldeki çalışanların konuştuğu da bundan ibaret. Futbol hakkında da konuşulmuyor çünkü o konudaki haberlerde saniyesinde televizyondan yayınlanıyor. Bu satırları yazarken benim “belediyeciler” de geldiler. Yollara düştük.
Her zaman ki adetim üzere, gözüme ilişen bütün mekanları, geçmiş tarihleriyle beraber hayal ederim. Mekan isimleri hep tanıdık. Tamı tamına Kazak isimleriydi. Bizim (Kazakistan) yolarındaki gibi Pokrovka, Mihaylovka, Kiyevka, Sofiyevka, İlyiçevka, Algabas, Ridder gibi isimlerin yerine Kocaeli, Sakarya, Bolu, Çanakkale, Karaburun, Karayurt, Angar, Sakızsu, Yenikora, Köseler, Buruncuk, Çandırlı, Birkamav, Zeytindal, Akçay, Aksaray, Asandağ, v.b. isimlerle anılıyor. Bu ifadelerden bile bölge tabiatı ile tarihini anlamak mümkündür. İşte bu özellik gerçek manevi bağımsızlık demektir.
Yollar ve yol isimleri, bugünkü Kazakistan Kazaklarının en önemli meselesidir. İstanbul ile Ankara arası 600 km.dir. Şehirler-köyler, dağlar-tepeler, ovalar-yaylalar, yüksekdağların bağrını delerek yapılan tüneller, köprüler ulaşım için çok rahat şekilde inşa edilmişler. Önce deniz kenarından geçen ve sonra Ankara’ya doğru yükselen otobanlar yolu oldukça kısaltmış. Ah keşke bizim (memleketin) bozkırlarında da böyle olsaydı. Dünyanın en gelişmiş ülkeleriyle aynı seviyeye geleceksek önce yollarımız böyle olmalı. Eğer bunu başaramazsak biz geri kalmışlıktan kurtulamayız. İstanbul’un kenar mahalleleri ile denizdeki gemiler bile sizi yüz elli km kadar mesafeye uğurlarlar. Yükseklere çıktıkça tabiatın güzelliğine hayran olursunuz. Bir tarafta deniz diğer tarafta dağ yamaçlarıyla kaplı bir alandan geçerken lapa lapa yağan kar gözünüzü alır. Bir başka anında tünelden çıkarken veya bir virajı alırken, birden bire sağanak yağmurla karşılanırsınız. Bu yolculuk sırasında , insan senenin dört mevsimini birden yaşayabilir. Önünüze çıkacak yeni tepelerin ardında da benzer değişiklikler meydana gelir. Genel olarak Türkiye, dağları ve ovaları, yaylaları düzlükleri ile kışın yağan karın vaktinde erimesine olanak veren verimli bir ülke imiş. Her bölge oradaki iklime uygun bitkilerle, bölgeye has hayvancılık ve tarımla uğraşıyormuş. Şehirlerin çevresindeki kırsallarda bile birer ikişer hayvanların otladığını görünce köylerde süt ve yünün önemli olduğu anlaşılıyor.
Benim en çok şaşırdığım şey, köylerde her evin bahçesinde düzenli şekilde dikilmiş ağaçlar ve bitkilerin olmasıydı. Üzüm, mısır, zeytin, buğday, arpa, gibi bir çok ürün görmek mümkün. Fakat özellikle ağaçların nasıl bakıldığını merak ettim. Meğer en büyük gelir kaynağı onlarmış. Türkiye’deki ormanlarda dallı ağaçlar olurmuş. Ancak ticaret için dalsız kavak misali uzayan ağaçlar tercih edilirmiş. Bedava yatırım. Halbuki Kazakların köy evlerindeki bahçelerde ağaç yoktur. Bunu düşününce aklıma. Şair Abay’ın.”Hiç olmazsa hayvan gütmeyi bile öğrenemedin.” sözü aklıma geldi. Bilmem ki bizim Kazakistan’daki hayatımız, laf sağmakla, laf kazmakla, laf ekmekle, tartışma çıkarmakla, tartışma satarak, öç almak ve kin gütmekle pişmanlıkla mı geçip gidecektir. Çünkü bizim geçmişimizde başka izlere rastlamak da pek mümkün değil. İskitler döneminden itibaren Mustafa (Kemal) Atatürk dönemine kadar ki zamanların hepsinde savaşlardaki kilit meydanı olan bir bölge vardı. Oraya ne vakit varacağımızı merak ediyordum. Meğer o bölge eski yolun boyunda ve tünellerden birinin geçtiği tepelerin üstünde kalmışmış. Ama bu dağlar meşhur bir Selçuklu beyinin ismiyle Böle(Bolu) olarak anılırmış. Onun kızına bizim (Kazakların) Madi, Tavke, Rıskul ya da İmanjusip gibi bir yiğit aşık olmuş ve sonunda beyi öldürmüş. Selçuklular : “Adaletsiz beyi cezalandırman doğrudur. Fakat o Selçuklu askeriydi. Yani sen Selçuklu idaresine karşı çıktın, el kaldırdın.”, diye yiğidi asmışlar. O konudaki bir sürü dizilerden bazıları Maltepe’de dikkatimi çekmişti. Ancak isimleri unuttum. Büyük seferlerin hepsi de güney doğudan güney batıya kadar bütün alanlarda gerçekleşmiş. Şakasız yolculuk bitmez ki, Şükrü Ali ile Ramazan’a kurdu açlıktan öldüren koçun hikayesini anlattım ve biraz mola verdik. Otobanda mola yeri çok değildi. O yüzden oraya Çanak-kalgan(Çanak kalmış) ismini verdim.
Yüksek geçitlerden akıp giden asphalt birden eğimli bir yola geçti. Önümüzdeki düzlükte, uzaklarda kırmızılı-mavili şehir ışıkları göründü. Meğer biz hep yüksek tepelerin üzerinden gitmişiz. Ankara şehri ise karlı tepelerin arkasında etrafı da yüksek tepelerle kaplı çevresindeki binalar çok katlı olarak yapılmış. Türkler için küçük sadece 2,5 milyon nüfuslu kültür ve ilim merkezi olarak inşa edilmiş. Ankara’ya yaklaşırken batmak üzere olan güneş ışıkları altında Aksak Temir ile Bayezid’in savaştığı alan olan Esenboğa’yı gözlerimle aradım. Türk milletinin batıdaki nüfuzunu zorlayan, dolayısıyla Rus imparatorluğunun Karadenizde güçlenmesine sebep olan, Dospanbet ile Şalkiyiz ozanların şiirlerine konu olan Azak denizini kaybeden, AltınOrda’yı yıkan, ve böylece bütün Türk asıllı halkların topraklarının istilasına sebep olan bahtsız savaşın geçtiği Esenboğa düzlüğü.. Hıçkırığı hiç bitmeyen Türk dünyasının şanssızlığının başlangıç noktası. Keşke o dönemdeki savaş haritasıyla gezebilseydim. Fakat ne yazık ki artık orası havaalanı pistinin altında kalmış.
Bizim gideceğimiz semtin adı “Kızılay”mış. Merkez. İstanbulla karşılaştırınca, Ramazan yabancılık çekti ve caddenin (gerçek manada) 50 metre ilerisindeki Enerji otelini ancak iki saatte bulabildi. Tavşan yuvası gibi bir çıkmaz sokakmış. Gecikmiştik ancak akşam yemeğine yetiştik. Sanatçılar daha yeni Gazi Üniversitesindeki konserden dönmüş yemeğe oturmuşlarmış. Düysekem-Düysen Kaseyinov, gözüme sıcak geldi. Çora Batur konulu doktora tezi savunması yapan Askar Turganbayef’in yardımlarına gark olduk. Düyseken-“Sabah erkenden Anıtkabre gideceksiniz, programınız öyle başlayacak” diye tembihledi. Önce Kültür Bakanı Ertuğrul Günay, sonra Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik ve daha sonra Parlamento başkanı Köksal Toptan’ın kabulüne katılacaktık. Köksal sözünü anladım, gök yeleli anlamında. Toptan sözü ise, toplumun lideri anlamındaymış. “Belediyecilerde” yerleştiler. Artık bir duştan sonra elime kalem aldım. Yan odadaki Azeri sanatçılar, Sovyet döneminden kalma adetlerini tekrarlayarak eğleniyorlar. Kıbrıslı yan oda komşum sessiz. Yarın bir fırsatını bulursam onunla sohbet edeceğim.
Ankara, kırmızılı yeşilli renklere bürümüş canlı bir şehir. Nedendir bilmem gözümün önünde Aksak Temir’in önünde eğilmiş Yıldırım Bayezid Sultan, karlı-tipili, yağmurlu-çamurlu tepelerin hayali belirmekte. Evet böyle hayaller unutulmaz.
20 Mart.Ankara.Enerji. Hacettepe. Sabah ezanıyla uyandım. Tam benim penceremin önünde cami varmış. Aşağıya indim. Paldır-küldür, acele-macele. Kimi milli kıyafetini giymiş, kimi enstrüman kutusunu taşıyan sanatçılar. Herkese programlarını tekrarlayan Türksoy’cu gençler. Endişeyle kahvaltı ettik. Koridorda birisi çok sıcak bir şekilde selamlaştı. Ben tanıyamayınca, ‘Ben Bekarıs’ım” dedi. Öyle olmalısın diye ben de kucağımı açtım. Dilimin kaşıntısına deva olacak kadar sözden anlar. Sevindim. Grupla yapılan seyahatlerde “keşkesiz”lik mümkün değildir ya. Benim yol arkadaşlarım daha önceden programa dahil olmadıkları için resmi kabullere katılamayacaklardı. Yapacak birşey yok. Onlar Salihli’ye dönecekler. Ben üçgün sonra gideceğim. Şükrü Ali yerel seçimlere katılacağı için razı oldum. Bekarıs ta bana iyi yoldaş olabilirdi. Türkçeyide su gibi biliyor. Doğuştan Allah vergisi. Kiralanan arabanın parasını Düyseken’le hallettirdim. Kültür Bakanlığına gittiğimiz zaman Düyseken kaşlarını çatarak: “Sen müzeleri severdin. Senin için fırsat yaratmak için zorla programa eklettirmiştim Anıtkabre niye gelmedin? Öyle fırsat herkese verilmez orada konuşma yapacaktın.” Dedi. Sabah ben Anıtkabre gitmek istediğimde, organizatörler, Bakanın kabulüne gideceksiniz lütfen ayrılmayın diye engellemişlerdi. Yanlış anlaşılma. Fakat bütün Türk dünyasının şuurunu yücelten liderin ruhuna saygı göstermek benim farzımdı. Yüreğim ağrıdı. Gençlerin morali bozulmasın diye Düyseken’in gönlünü ben aldım. Yüzü o kadar sıcak bir insanın, hiddeti de çok etkiliydi. “Artık benim arabama bineceksin” dedi. Baş üstüne dedim.
Kültür Bakanı Ertugrul Günay’la görüşme rahat geçti. Bakan da bizi güleryüzle kabul etti. Ne desek de kendi sahası. Kabul sırasında kardeş halkların dostluğunun altın dizginini elinde tutan Türksoy başkanı Düyseken-Düysen Kaseyinov ta Türk asıllı halkların kültürel ilişkilerinin önemine değinerek Türksoy’u Türk asıllı halkların UNESCOsu seviyesine yükseltmek istediğini belirtti. Bakana Dede Korkut’un kopuzunu hediye etti. Ben grubun yaşlı üyesi olarak konuşmamı üç ana başlık halinde sınırladım. İlk olarak gelecekte ulus olarak yaşamaları konusu belirsiz olan Kırımçaklar, Gagavuzlar, Nogay, Karayim, Kumık, Karaçay, Adige ve Malkarlarin kültürlerini geliştirmek için kardeş ve bağımsız cumhuriyet devletinin sorumlulukları hakkındaki fikirlerimi beyan ettim. İkinci olarak, edebi eserlerin çevirilerinin planlı programlı olarak ele alınmasını, Türk asıllı halk ve toplulukların ortak çeviri serileri olmasını ve böylece edebi konularda ortak tercih ve ortak bakış açıları oluşturulmasına yardımcı olunacağını belirttim. Aksi halde, Nobel ödülü alan Orhan Pamuk’un edebi tercihi Türk asıllı halkların talebini karşılamıyacağını söyledim. Üçüncü olarak, Türk kardeşlerimiz buraya gelen Kazaklara çok sıcak muamele etmişler. Artık onların sanat konusunda da gelişmelerine yardımcı olunmasını talep ettim. Şimdi biri Ak Partiden diğeri Bozkurt partisinden iki kişi yerel seçime katılıyorlarmış diyerek onlara da bir fayda eder miyim niyetimi belirttim. Bunu hisseden Düyseken “Aman burada seçim propagandası bitti. üstelik seçim konusuna hükümet karışmaz” diye araya girdi. Fakat Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in kabulunde de Ak Parti ve Bozkurt partisinden bahsetmeden bu konuyu tekrar açtım. İlave olarak ilmi terimlerin ortaklaştırılması konusunu Avrupa’yı(bizden) çok önceden bilen ve bilgisayar dilini iyi öğrenen Türk kardeşlerimiz ele alsınlar talebimi ifade ettim. Bilim konusundaki ilişkilerimiz gelişme göstermekte olmasına rağmen, bilim özellikle de teknik bilimler konusunda daha başlangıç noktasında olduğumuzu söyledim.
Parlamento başkanı Köksal Toptan’ın kabulü çok samimi olarak geçti. Üstelik Düyseken de böyle uluslararası resmi kabullerde çok bulunduğu için tecrübeye sahipti. Kurallara uyarak, Türkçe konuşarak, gönül alırcasına konuşunca Köksal Toptan’ında yüzü güldü. Ben de sıkılmadan fakat her bir kelimemi dikkatle seçerek bütün Türk milletinin, Türk dünyasının saygıdeğer başkanı diye hitap ederek: “Şahsınız ve sizin aracılığınızla bütün Türklerin Nevruz bayramını kutlarım. Kardeş halkları birbirine yakınlaştıran ve onların ilişkilerini güçlendiren can damarı kültürdür. Kültürel ilişkilerin olmadığı ortamlarda birbirimize yabancılaşırız. Biz Kazaklar, Sovyet döneminde Türkiye’yi bağımsızlığın bayraktarı olarak bildik. Altmış üç bin Kazak aydını Alaş ideali ile “İttihat ve Terakki” partisinin destekçileri suçlamasıyla kurşuna dizildi. O zulümlerden kurtulmak için sizin ülkenize gelen Kazaklar İstanbul’da, Altayköyünde, ve Salihli’de belediye seçimlerine katılıyorlar. Türksoy aracılığıyla yapılan çalışmalarla, Türk dünyasının ülkü birliği, Ruh birliği ve diğer ilişkileri (Dilde, Fikirde, İşde Birlik) gelişmeye devam etsin” diyerek bu üç dileğe, ilmi konferans çalışmalarını da ekleyerek bir konuşma yaptım. İsmail Gaspıralı’nın bu sözünü o (Köksal Toptan) da başını sallayarak kabul ettiğini belirtti. Tatar yazarı Marsel de bir konuşma yaptı. Nevruz sofrasına buyur edildik. Sonradan Düysen’le üçümüz resim çekildik. Otobüsle geri dönüldü. Böylece benim resmi görevim sona erdi. Artık serbestim. Bu görüşmelerin hedefi ise , Türkiye’nin ikinci büyük liderinin Türksoy temsilcileriyle görüşmekle Türkiye’nin temel siyasetindeki eğilimleri etkilemekmiş. Ondan sonra bütün valiler bu konuya dikkat edecekler ve bu konu televizyon haberleri vasıtasıyla bütün yurda duyurulacak.
Öğleden sonra Hacettepe üniversitesine gittik. Erken gitmişiz. Meğer bu ülkede trafik sebebiyle bütün görüşmelere iki saat erken gidilirmiş. Sanatçılar gösteri için askeri okula gitmişlerdi. Onları da iki saat kadar bekledik. Bu arada Bekarıs’la sohbet ettik.
Hacettepe, hacettepe’ymiş. Ankara avuucun içinde gibi görünüyor. Şehrin etrafındaki tepelere doğru giden binaların sonunu görmek mümkün değil. Anıtkabir, hükümet evi, Radyo-Televizyon kurumu, askeri binalar ve televizyon anıtı, silahlı kuvvetlere ait binalar arasında burcuna Türk bayrağı dikilmiş Ankara kalesi dikkatimi çekti. Gidip kalenin burcuna tırmanmak lazımdı. Hoşuma giden bir başka özellik de üniversitedeki serbestlik havasıydı. Öğrenciler çok rahat hareket ediyorlardı. Bütün kapılarda ve hatta rektörün makamında da kaşları çatık, suratlarından düşen bin parça ş, size emreder şekilde konuşan ve her ran vuruşmaya hazır güvenlikçiler yoktu. Karagandı’da bir üniversitenin rektörünü görmek için üç defa güvenlikten geçmeniz gerekiyormuş. Adeta savaş alanında görev yapar gibi çalışan nemenem “kahraman” rektörse… Yani daha büyük üniversite rektörlerini görmek için galiba güvenlik komitesinin onayını almak gerekecek. Bekarıs’la beraber Hacettepe’nin etrafını dolaşırken, İstiklal marşının sözleri ve notasının yazıldığı bir anıtın dikildiği bir alana geldik(Tacettin Dergahı). Türk takkesi giymiş bir adamın resmi vardı. Yanında da eski bir ev ile bir mescid vardı. Meğer İstiklal marşının yazarı Mehmet Akif Ersoy marşın sözlerini bu evde yazmış ve mecliste kürsüden okumuş. Çok bilgiliymiş. Sufi tarikatında bir şairmiş.(Daha sonra Safahat ‘ını satın aldım). Müze evini gezdik. Marşın sözleri müzenin bahçesindeydi. Türklerin kaderine ortak olduğumuzu sezdiren unutulmaz bir hatıra oldu. Bizim (Kazakların) milli marşımıza da anıt dikeceğimiz günler gelecektir. Bu anıt (İstiklal marşı anıtı) basit bir anıt değil, bağımsızlığa ve Türk ruhuna ithaf edilen bir anıttır.
Beni şaşırtan bir diğer konuda , fuayedeki sergide yabancı ülke öğrencileri kendi ülkeleriyle ilgili eşyaları sergilemişler. Tabii hepsi de öğrencilerin memleketlerinden getirdikleri eşyalardı. Kazaklar ise sadece cumhurbaşkanının iki kitabını koymuşlar. Çok az demek bile azdı. Buna karşılık Moğolların sergisi daha zengindi. Onlarda etnografik örnekler çoğunluktaydı. Sohbet esnasında Mogol’ların hepsi de Bayan Ölgiy bölgesinden gelen Kazak çocuklarıymış. Uzakta tilki postundan tumak ve işlemeli kaftan giymiş elinde dombırası olan sarışın bir genç dikkatimi çekti. Ozanların şiirleri, kopuzun ezgileri, Janar Ayjan’ın halk türküleri birbiri arkasından ruhumu sarıyordu. Hemen kaynaştım. Bir ara “Ova” diye bir ses duydum. “Vay sen Nogay mısın? Kubandan mı geldin? Dağıstan’dan mı? İsa Kapay’ı tanırmısın?” diye soru yağmuruna tuttum. Ağa biz bundan yüz elli sene önce Türkiye’ye gelmiş Nogaylarız. Burada öğrenim görüyoruz. Dilimizi de dinimizi de unutmadık, dombıramız da ozanlarımız da hatırda. Babalarımız Nogaylı’nın destanını ezbere okurlar. Kazak şarkılarını “Nogaylının türküsü” diye severek dinleriz.”, diye dombırayı konuşturdu. Fuayenin içini Kazak şarkı ve türküleri doldurdu. Nogayların kücük grubuna ben de katıldım. Rus siyasetinden çekinerek gelemeyen Nogaylara üzülen Düyseken’in dikkatini çekmek istedim ama onun resmi görüşmelerden vakti olmadı. Bu Nogay balasının geçmişine sahip çıkarak kimliğini unutmayışına çok memnun olarak konser salonuna girdim. Girmek zorundaydım. Ah keşke bu Nogay yiğidini desteklesek. Konser çok güzel geçti. O gün Tatarların dansları mest etti. Kırımçakların dansı kısaltılmıştı. Kazaklar ve Kırgızlara da teşekkür edildi. Bahçesaray’ın harem dansını tekrar seyredemedim. Nogay yiğidini de Düysekene tanıştıramadım. Bekarıs’ı bulamadım ve kaybolmadan tekrar grubu buldum.
Artık sanatçılarla beraber olmadan, dizginimi düzeltmeli ve şehri görmeliydim.
Достарыңызбен бөлісу: |