Ұмытылмаған отан, Ұмытылмайтын отандастар



бет8/10
Дата10.06.2016
өлшемі10.64 Mb.
#126915
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10

21 Mart. Ankara: Eskişehir. Bugün Türkiye’nin bugününü ve geçmişini yakından tanıdığım birgün oldu. Öğleye kadar kültür merkezinde Nevruz kutlamaları yapıldı. Bizim arabadan 14 halkın milli kıyafetlerini giymiş sanatçıların çıkışıyla halkın morali birden yükseldi. Türkler ve Azeriler Nevruz kutlamalarını ateşin üzerinden atlayarak başladılar. Bu Türklerin çok eski dönemlerine ait bir adettir. Kazakçası ateşle tütsülemektir. Cumhurbaşkanıyla Başbakan hariç Türkiye’nin bütün “Sayın”ları katıldılar, konuştular, ateşten atladılar, saksılarda yetiştirilmiş buğdaylarla şaçı merasimi yaptılar. İnsanlar gruplar halinde resimler çekildiler. Tatar yazar Marsel’le açılışını beklemeden kitap sergisine gittik. Çoğunlukla İran edebiyatı üzerine kitaplar vardı. Raşid’üd Din, At Tabari, Firdevsi, Mevlana(-I Rumi), Sadi, Ömer Hayyam eserleri ile eski Türklere ait resimler vardı. Fakat satılmıyordu. Türklerin kitap sergilerinde yok yoktu. Fakat pahalı. İstanbuldan almaya karar verdik. Bu doğru bir karardı. Sergi açılır açılmaz sanatçılar başka bir yere konser vermeye gittiler. Biz Marsel’le otele döndük.

Televizyon. O günkü Nevruz haberi Kazakistan’la ve Roza Rımbayeva’nın Nevruz şarkısıyla başladı. Bizim görüşmelerimizde yayınlandı. Düyseken resmi görüşmelerden aceleyle çıkmıştı, meğer Kültür Bakanıyla beraber bir televizyon programına çıkmış konuşuyordu. Ankara’daki trafiğe takılmadan televizyona yetişmiş. Gurur duyduk. Özellikle otel görevlilerinin memnuniyeti arttı.

Düyseken, Türksoyun eski çalışanlarından Galım(?Fırat Purtaş) isimli genci çağırmış. Güleryüzlü, iyi kalpli ve biraz Rusça bilen birisi. Eski hanımı Buryatmış şimdiki hanımı Müslüman olmuş bir Rusmuş. Genelde tanıştığımız on kadar gençten sekizinin eşleri eski Sovyet vatandaşıymış ve altısının hanımları da Kazak kızlarıymış. Türklerle diğer sahalardaki ilişkileri bilmiyoruz ama damat konusu yolunda görünüyor. Bekarıs’ın çöpçatanlığı ile Kazak kızıyla evlenen Ufuk Tüzmen TRT-nin Kazak servisinin müdürüymüş. Kazakçası çok güzel. Böylece Galım kardeşimiz Marsel’le beni müzeye götürdü.

Ben ilk olarak dün gördüğüm kaleye gitmek istedim. Dileğimiz yerine geldi ve Türkiye’de insanlık tarihinin en başından itibaren var olan uygarlıkların müzesi “Anadolu Medeniyetler Müzesi” de Ankara kalesine yakınmış. Müze tam orada, 1464-1471 senelerinde Fatih Sultan Mehmed döneminde Mahmud Paşa tarafından yaptırılan konaktaymış. Eskiden, Ankara kalesinden bütün şehir ayaklar altında görünürmüş. Şehrin eski hali gerçeği şimdi Amsterdam müzesinde bulunan bir resimden de anlaşılıyordu. Kalenin iç kısmı ise Bizans dönemine ait gibi görünüyordu. İki ayrı uygarlığı birleştiren bir yapı. Kale 19.yy ortalarından 1886-ya kadar bir süre kullanılmamış. Şimdi tekrar restore edilmeye başlanmış. Bu müze 1946 senesinde açılmış. Tarihin en eski dönemlerindeki örnekler, damgalı taşlar, antik Yunan ve Roma dönemiyle Bizansa ait kerpiçe yazılmış yazılar, heykelciliğin çeşitli örnekleri, bizim Dulıga adlı efsanemizde bahsettiğimiz “İçOğuzların kralı” İşpakay ve onun veliahdı Madi dönemine ait Urmiye kazılarından çıkarılan örnekler vardı. Antik döneme ait eşyalara hayran kalmamak mümkün değil. Kızıla boyanmış öküz çizimleri bize aşina. Bütün bir kayanın yüzüne yazılmış antik Asur kitabelerini okuyamasam da uzun süre seyretmekten kendimi alamadım. Kitabe okunmuş ama ben bulamadım. Bu kitabede Oljas (Süleymenof’un) kullanabileceği kimbilir ne sözler vardır. Antik dönemlere ait araştırmalarda bulamadığım bir çok bilgiyi, Oljas’ın Kış Kitap adlı eserinden alıp kullanmıştım. Tarihi sanat eserlerinin kudreti işte bu konuda ortaya çıkar. Taşlardaki bu yazıları ancak ve ancak çok geniş bir hayalgücü canlandırarak hayata geçirebilir. Kıyamet kadar çok bilginin sırrını çözmeye çalışan tarihçilerden bütün toplumun sıkılması işte bu sebepten olmaktadır. (Benim bu günlüğüm de bu amaca hizmet etmek için kaleme alındı. Yoksa ne kadar şanslı yolcu olsak da yol yorgunluğuna bakmaksızın Allahın gecesiyle yarışmadan dinlenmek daha güzel değil mi. Bazen edindiğin intibalardan tatmin olarak dinlenmek de istersin. Fakat insanın kendi kendisine verdiği söz de varolduğu için parmağınız sızlasa bile kalemi elinize alısınız.)


Anadolu Medeniyetleri Müzesi.

Benim dikkatimi antik dönem kitabelerine ilave olarak Alacahöyükte bulunan ve yerküreyi boynuzlarında taşıyan geyik heykeli çekti. Özellikle de geyiğin boynuzundaki ebedi hayat ağacı, eski Türklerin Mıkan agacı dedikleri ve dünyanın yaratılışı ile ebedi hayat hakkındaki mitolojinin en inandırıcısı olduğu için 30 senedir Mıkan ağacı hakkında bilgiler topluyorum.O konuda Kazak masalları ile tarihi efsanelerinde, dini söylentilerde, ve dahi Çin, Moğol, Pers, ile bütün Türk halklarının bu konudaki bilgilerinin ve kaynaklarının resmi de bulunmaktadır. Bu heykel de bütün o efsanelerin çözüm noktasını gözler önüne sermektedir. Dulıga (Tolga , yazarın bir eseri) kitabında İskitlerin kralı Medi döneminde Matay (Medeya)memleketi uygarlığının Urmiye gölünde bulunduğundan bahsettiğimi hatırlıyorum. Şimdi ise onun fiziki delilleriyle karşı karşıyayım. Müzedeki araştırma, inceleme, sergileme konusunda batılı alimlerin çalışmalarının etkileri görülmektedir. Antik dönem uzmanlarının yardımı olmadan müze düzenlemek mümkün değildir. Fakat bu uygarlık değerlerini Türk asıllı uygarlıklarla bağdaştıracak anlayış ve düşünce eksikliği var gibi. Buradaki eserlerin tarihi değerlendirmesini yapan eserler de burada bir büfede satılıyordu. Ama maalesef… maalesef… çok pahalı. Dikkatli bir şahıs kütüphaneyi de faydalanarak bu müzedeki herşeyi bir kaç ay boyunca araştırabilseydi, geçmiş dönemlerin birçok sırrını açabilirdi. Göz ile gönülü, okumak ve dokumayı ne kadar yakınlaştırmaya çalışsanız da, hepsi boşuna çalışmak olurdu. Keşke yanımda bir uzman olsaydı yada dünya medeniyetini hür bir şekilde değerlendirecek eğitilmiş birşahıs olsaydı.

Hemen vedalaşabileceğim bir yer değildi. Ancak Galım iki tane eski türbe ile eski Ankara’yı göstermek istediği için tepelere doğru yol aldık. Adımlarımız ilerledikçe, etrafımızdaki görüntüler ilgimizi çekmeye başladı. Bazı binalar şirket veya kafelere dönüşmüş. Bizans dönemine ait içkaleye girdiğim zaman Osmanlı dönemindeki Türklerin hayatıyla karşılaştım. Eski kalenin sakinleri taşınmamışlar. Eski dükkanlarda antikalar satılıyordu. Tabii hepsi gerçek değil. Ebedi hayat ağacının yapraklarını boynuzlarına takmış boğalar ve geyikler, üç boyutlu dünyanın ölçüsünün yapılışı çok hoşuma gitti. Fiyatı benim bu seferki seyahat masraflarımla eşitmiş. Pazarlıkla yarı fiyatına almaya kalksam bile ucuz değildi. Dükkanlar boyunca uzanan merdivenli yoldan ilerleyerek kalenin en üstüne gelmişiz. O zaman anladık ki, bu kale bizim takvimimizden çok daha öncesinden, Roma ve Bizans döneminden kalma bir yapıymış. Büyük İskender dönemine kadar gidermiş.Bu sadece tahmin. Meğer o tarihten sonra yapılmış olsa bile 2000 senelik bir anıt. Duvarları arslan ve diğer vahşi hayvanların kabartmaları ile süslenmiş. Antik sanatın aşınan mermer kabartmaları sonradan restore edilmişler. Ama antik taş tuğlaları ve tahtaları muhafaza etmişler. Bu kale sadece özenle dağın tepesine kurulmuş bir yapı değil. Kubbeli, süslü, heykelli ve ikonlu bir yapı. İsa Peygamber öncesindeki antik tanrılara adak vermek için yapılmış bir anıt mıdır fikrini düşündürdü. Dönen merdivenlerle burca doğru yöneldik.

İşşte! Manzara! Ankara avucunuzdaymışcasına! Etrafı tepelerle, kayalık dağlarla çevrelenmiş çanak şeklindeki bir alana yerleşmiş. Yirmi-otuz kilometrelik uzaklıkta Şımbulak’a benzer yükseklikte karlı dağlarla çevrilmiş. Kırmızı kiremit çatılı şehrin evleri kıpır kıpır.tepelerdeki tek katlı evler, çok katlı apartmanların gölgesiymiş gibi. Taş duvarın üstüne çıktığınızda başınız döner. Nedense ben Esenboğa hava alanı tarafından gözümü alamıyordum. Karlı tepelerle, pınarların arasındaki tepelere baktım. Çünkü o yamaçların arasında bir yerde Aksak Temir Güregen, Bayezid Sultanı ele geçirmişti. İşte o yüzden Rusyadan başlayarak bütün batıdakilerin girebileceği sömürgecilik kapısını açtı, Türk asıllı halkların sömürülmesine sebep oldu…Osmanlılara geniş olan bölge, Türkiye’nin başkenti Ankara daha büyümemiş.Sadece 2.5-3 milyon nüfuslu bir şehir Türkiye’nin her tarafında bulunabilir. Bir saatten fazla bir süre boyunca kalenin burcundan inmeden bu görüntüleri dimağıma işlemek istedim. Kale burcunun görüş mesafesinde, bundan beş asır önceki evler şimdi bile gözümün önünde.( Sonradan öğrendim ki bu tarihi yerler sit alanı olduğu için dokunulmazmış) Ankara’da adım başı Tatarlarla karşılaşan Marsel abzi çok memnun oldu.

Galım ikimiz, kalenin merdivenlerinden aşağıya mescide indik. Bizans kilisesini Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubat 1178 de mescide dönüştürmüş. Mescid 1361 de Osmanlı paşası, 1433 te Mehmet Sultan zamanında Sümbül Hatun daha sonra 1956, 1960, 1984 senelerinde resmi kurumlarca restore edilmiş. Bahçesinde bundan 500 veya daha eski dönemlere ait anıtlar ve mezar taşları vardı. Galım namaz kılmak istedi. Biz de Müslüman olduğumuzu hatırladık. Apdest aldık ve içeri girdik. Bizi orta yaşlarında bir Kazak karşıladı. Tabii Kazak değildir, Nogaydır dedim. Namazdan sonra bizi bir minbere götürdü. Bu minber Türkiye’deki en eski 1178 de oyulmuş bir mihrap imiş. Ahşaptan yapılan süsleme ve oymalarına onsekiz bin alemin bütün sıfatları yazılmış. Bu dünya ve öteki alem, uzay ve yedi kat yer altı ve yer üstü… İmamın büyük bir hevesle anlatmaya çalışması karşısında anlamadım demeye utanırsınız. Çıkarken vedalaştığımızda “Biz Avrupalılarla karışmamış Türkleriz. Yüzümüzden de anlaşılıyordur, ecdadlarımız Kazak. Kazak bozkırından X. asırda bu tarafa göçmüşüz. Ankaradan doğuya doğru kanımız temizlenmeye başlar”-dedi.

Gerçektende öyleymiş. Bu gerçeği, eski Ankara’yı gezerken gördüğümüz günlük hayat örneklerinden de gördük. Oradaki halkın yüzleri de aşina ve konuşmaları da anlaşılırdı. Babadan kalma evlerini kafeye çevirmiş bir ailenin işlettiği bir yerden çay içtik. Gelenlere kafe konusunda hatıra defterine yazı yazdırmayı adetlenmişler. Onlara eski yazıyla şiir yazdım ve sohbetleştik. Sohbet sırasında: “ Artık Türkiye’yi gezdim ve Türkleri tanıdım.”diyebileceğimi söyledim. Osmanlı arşivlerinde çalışan ve uzun zaman önce Türkiye’ye gelip yerleşen Tatarları inceleyen Marsel’de benimle aynı fikirdeydi.

Eski Ankara’yı dolaşarak geri döndük. Türklerin eski adetlerini hafızaya yerleştirdik. Böylece konsere geciktik. Konser sonunda birisiyle tanıştım. Bu genç meşhur Rahmankul hanın torunuymuş. Kırgızlar ona yüz vermediler. Ben biraz sohbet ettikten sonra, Kırgızlarım gelmiş diye koşup gelen bu hanzadeye yüz vermeyen Kırgızlara kaşlarımı çattım:”Kırgızları avucunun içine alan, halkının bağımsızlığı için savaşarak Afganistan’a giden ve sonra Türkiye’ye gelen Rahmankulhana değer vermeseniz bile, bu genç çocuğun suçu ne? Milleti için konsere gelmiş. Yarın memlekettekiler duyunca ne cevap vereceksiniz” dedim. Manasçı Kırgız “ Farkında değiliz” diye döndü. Kıbrıstan gelen temsilciyle sohbet ettim. Türkler ve Rumlar Kıbrıstaki sınırın açılmasını tercih ederler. Ancak sınır açılırsa yine mücadele başlayacak. Bu sefer Kıbrıs’a gidemeyeceğime hayıflandım.



Vedalşma aceleyle yapıldı. Gagvuzlar hristiyanlıklarını gösterdiler. Dmitri liderliğindeki bir grubun keyfi yerindeyd,. “Siz Rusları unutmuşsunuz. Hatırlatacağız. Biz geri geleceğiz” dedi. Kaşlaımıçattım ve “ MUNDAĞI ORIS SOZUN AVDARA ALMADIM…….. .. …….” Sözünü hatırlayın Yoksa Dnyestiri mi kıyamıyorsunuz dedim. Utandılar. Evet onların acıları kolaylıkla geçmeyecek. Azeri sanatçı kendini çok beğenmiş bir haldeydi. Türkiye’liler futbol hastasıymış. Kadın erkek herkes kafelerde çay içerek futbol seyrederlermiş. Yarın Kazak grubu sabah erkenden Aksaray-dan Niğde’ye yola çıkacaklar. Orada Kazakların yaşadığı Altay Köyü var. Bekarıs ve damat Ufuk üçümüz beraberdik. Artık Ankara’ya veda ederek, güney Anadolu’ya meşhur Kayseri yaylalarına doğru gideceğiz. Orası “Bozkurtların” vatanı. Bugün eski Ankara’da edindiğim intibalar Türkiye seyahatine değdi.
23 Mart. Ankara-Aksaray-Altayköyü-Niğde. Sabah erkenden kalktık ve otobüze bindik. Bizim sanatçılar 500 km. sonra Altay köyündeki Nevruz etkinliklerine katılacaklar ve Niğde’de konser verecekler. Artık tepeler ve dağlardan değil ovalardan geçerek seyahat ediyoruz. Tabiat gittikçe bizim Kazak bozkırlarına benzemeye başladı. Yol boyunca yeralan eski binaları yenileme çalışmaları vardı. İstanbul ve Ankara’dan uzaklaştıkça, köy evlerinin terkedilmiş hali bizim (Kazakistan’daki) görüntülere benzemeye başladı. Türkiye’nin kuzeYi ile güneyi arasında nehirlerin deposu gibi olan Tuz gölünün uzunluğu 150km.miş ve biz onun etrafındaki yollardan seyahat ediyoruz. Kayseri yaylasına yakın yerleşen zirveleri karlı bir dağ göründü. Şöfor bu dağın isminin Hasan Dağ olduğunu söyledi. Yani Hasan Ata veya Asan Kaygı olmalı fikrime Askar da Bekarıs’ta katılmış gibi oldular. İki saat boyunca o dağın etrafını döndük. Önce dağın eteklerindeydik yavaş yavaş onu da geride bıraktık. Tepeleri düzlük olan yüksekliklere Kazaklar, Kızgöğsü, Gelindağı, Yalnızdağ, Çıplaktepe veya yalnıztepe gibi isimler koyarlardı. Belki Türkçedeki adı da Başıbüyük, Kesikbaş veya Maltepe midir? O yolda ilerlerken Kayseri yaylalarının çevresinde yol alıyoruz. Gerçek milliyetçi Türklerin Gökbörülerin memleketiymiş. Her sene Gökbörüler Kayseri’de toplanarak Bozkurt partisinin kurultayını yaparlarmış. Askeri idare döneminde Bozkurtların ileri gelenleri sorgulanmışlar ve hapislere atılmışlar. Onların arasında Türkçü Kazaklar da varmış. Onlar bundan gurur duyarlarmış. Şimdi (o parti) Türkiye’de iktidara gelme ümidindeki partilerden biridir. Eğer baş parmak ile orta ve yüzük parmağınızı bükerek; işaret parmağı ile küçük parmağınızı dikerek elinizi kaldırdığınız anda; önünüze gelen bütün milliyetçiler sizi kucak açarak karşılarlar. Göğüslerinde bozkurt rozeti olan gençlerle de sık karşılaşırsınız. Bu da Kayseri yaylalarının kutsalı sayılır. Biz de bunu hatırladık. Niğde’ye ulaştıktan sonra anladım ki, geçmişte kömürdağı delen uygarlık hakkındaki meşhur Kapadokya, Türkçe Ürgüp, Aksaray’ın burnunun dibinde, Hasan dağının ensesinde ve Niğde’ye 70 km. uzaklıkta kalmış. Artık orayı göremeyeceğiz. Altayköyden Kirkaleye doğru çıkarsanız gökbörülerin her sene kurultay yaptığı yaylalara çıkarmışsınız. Bu bölge Türklük özelliklerini korumuş bir bölgedir.

Sırası gelmişken bahsetmeliyim ki, daha önce bahsettiğim yüksek dağın zirvesi gerçekten Hasan Ata imiş. O konuda yerel halk vaktiyle bu bölgeye Hasan isimli bir evliyanın ak maya(dişi deve)sının bulutlara karışarak bu dağın zirvesine gelip çöktüğünü ve Hasan evliyanında bu zirvede vefat ettiğini söylediler. Ve bizim Türklerin de o evliyanın arkasından küçük Asya’ya (Anadolu’ya) gelip yerleştiğini anlattılar. Demek ki, İğdelibaysın(Jiydelibaysın)’ı arayarak dünyayı gezen ceddimiz Kayseri yaylasına gelmiş ve rüzğar gibi yelen Jelmayasını oraya çöktürmüş. Aradan on asır geçse de efsane hiç bir zaman unutulmaz. Bu efsane birliği bizim kardeşliğimizin ispatıdır. Böylece Asan Kaygı ceddimizin de efsanevi mezarını gördüğümü kabul ediyorum. Otırar Kütüphanesinin İlmi Merkezinde Kalban Intıhanulı’nın çevirisiyle Foliant matbaasında yayınlanacak olan ve Gayşan Li isimli çinlinin “Bagılık Ongıtları” isimli tarihi araştırmasında : “12. Yy.da Asan Ata hana selam vermek için 500 koyundan oluşan bir sürüyle Kekot’a geldi” şeklinde bir kaynak vardır. Yani Asan ata evliyanın seyahati doğuda Çin seddinden başlayarak Kayseri yaylalarına kadar sürmüş gibi. Bu bile her bir tarihçi, yazar veya etnograf için çok önemli bir gelişmedir. Bu efsane beni çok etkiledi ve düşündürdü. Maalesef yanımda hiç bir kayıt cihazı yoktu. Zirvesinde bulutların yerleştiği Asankaygı Evliyanın dağını tekrar görmek artık kısmet olmaz herhalde. Ah Kazaklara has gamsızlık!

Bu efsaneyle heyecanlanan ben de sohbet etme isteği doğdu ve otobüsteki gençleri neşelendirmek istedim. Bir haftadır devam eden seyahat ve her gün verdikleri konserlerden yorulmuşlardı. Halbuki biz böyle tecrübelerden çok geçtik. Gaziz’in liderlik ettiği “Akkuv-Kuğu” grubundaki dansçı gençler çok terbiyeliymişler. Uzun yolculuk esnasında hepsi biraz daldıktan sonra canları sıkılaya başladı. Askar, Bekarıs ve Gaziz üçüne takılmaya başladım. Kazakların edebi ve terbiyesi bir başkadır. Aramızda Moğolistan’dan gelen şarkıcı Merveş, gayet sakin haliyle şakalarımıza yumuşakça karşılık verdi. Böylece uzun yolu kısaltmaya çalıştık.

Tam öğle vakti, bundan tam 60 sene önce istiklal uğruna vatanlarından ayrılan Kazakların gelip yerleştiği ve zamanla yurt edindikleri Niğde-Altay köyüne vardık. Tipik iç Anadolu iklimine sahip, rüzgarlı, kıraç bir yer imiş. Taştığı vakitlerde coşkun ama kurak mevsimlerde suyu azalan bir çayın boyuna kurulmuş. Duyduğuma göre vaktiyle bataklıkmış. Zamanla kurutulmuş ve ekin tarlaları oluşturulmuş. Hayvancılık yapılmış. Yerleşenler kendilerini çabuk toparlamışlar. İlk olarak inşa edilen evler Kazakların köy evlerine benziyor. İlk yerleşimde 300 Kazak aileye ev ve toprak verilmiş. Oradaki yaşlılar Allahın verdiği canlarını teslim etmişler ve sayıları azalmış. Gençler ise tamamıyla şehre ve özellikle Fransa’ya gitmişler. Vaktiyle yerleşen 300 aileden sadece 30 aile kalmış. Eskiden okul varmış ancak öğrencilerin az olmasından dolayı kapanmış. Son iki yıldır kuraklıktan dolayı ekin olmamış. Dolayısıyla, geçimlerini sağladıkları üç büyük koyun sürüsünü satmak zorunda kalmışlar. Şimdiki durumları zor görünüyor. Sadece yaşlıların direnmesiyle orada yaşamaya devam ediyorlarmış diye duydum. Bu yüzden endişeliydiler.

Bizi büyük bir kalabalık karşıladı. Kar gibi Kazak otağı ile mescidin arasında toplanan kalabalığın sayısı epeydi. Meğer Konya üniversitesinde okuyan Kazak talebeler de oraya gelmişler. Aralarında benim eski öğrencilerim de vardı. Geleneksel beyaz Kazak örtüsü takmış yaşlı hanımlar saçı saçtı. Bizim memleketteki toylardan farklı değil. Aynı sıra sıra dikilmiş beyaz keçe Kazak otağları, kazanlar kaynıyor-ocaklar yanıyor, koyunların ütülenmiş kelle-paçaları, yağda kavrulan bavırsak ve pişiler, et suyuna pişirilecek olan hamurlar, ahşap tabaklar, porselen kaseler ve demlenmiş çaylar…

Kazakistan elçisi Bagdat Amrayev ile Düysen Kaseyinof, Çin elçisinin yardımcısı (Kazakların anayurtlarının temsilcisi olarak) bizden önce varmışlar. Niğde valisi de yanlarındaydı. Bu dört görevli ve ben Nevruz bayramı resmi konuşmalarını yapıp bitirinceye kadar biraz vakit geçti. Doğu Türkistan’ı hatırlatarak, Çin, Türkiye ve Kazakistan’dan da bahsederek bir konuşma yaptım. Bu konuşmamdaki ana tema toprak ve toprak ve toprak konusuydu. “Kıyamete kadar daha çok değişiklikler olacak. Sizlere hür Altay dağlarında yaşama şansı verilmedi. Kazakistan’daki topraklar çoktan parçalanarak sahiplenildi. Sizin geleceğiniz işte bu (Anadolu) toprağındadır. Yeni nesillere toprak bırakmazsanız işte gerçekte o zaman vatansız kalırsınız. Türklük köklerinizi derinleştirin” dileğimi ifade ettim. Bu benim gerçekten samimi inancımdır. Gelecek nesilleriniz şehirde de, köyde de mülksüz kalmasın. Artık Türkiye devleti bundan sonra size bedavaya toprak vermeyeceği aşikardır.

Altayköyün muhtarı Mustafa (Kök) elçiler ile valinin hizmetine çok dikkat etti. Önce Altayköy’ün kızlar folklore ekibi gösteri yaptı. Vatandan uzakta yaşayanların vatan hasreti bir başka oluyor. Karagandı şehrindeki Kali Bayjanof adındaki Akkuv grubunun dansları ile Merveş Başay, Gülbanu Serik, Erjan Naymanbay, Davrenbek Erkenof, Dombıracı Balkan Smagul’un gösterilerini istiklal hasretiyle yaşayan yaşlılar, onların çoluk-çocukları ve Konya ile Niğde şehirlerinde okuyan Kazakistanlı öğrenciler seyrettiler. Bin kilometre uzaklıktan, Ankara’dan ve İstanbul’dan gelen kardeşlerimiz de bu kutlamalara katıldı. Alltayköylülerle sohbet etmek için resmi programın bitişini sabırsızlıkla bekledim.

Vaktiyle istiklal uğruna savaşan Kazakların arasında olan ve halen yaşı doksanlara gelmiş ihtiyar bir hanımın yanına oturarak onunla sohbete başladım. Eskilerden kalma iki kişiden biri bu anamızdı. Maalesef adını unuttum. Başları örtülü analar ve gelinlerin güneşten yanmış yüzlerinden iman nuru parlıyordu. Türklerle Kazaklar çoktan akraba olmuşlar. Türk yengelerle de şakalaştım. Onlar da Kazak adetine göre kayın-yenge şakalarının yapılma adetini öğrenmişler. Annesi Pakistanlı olan Sultan Mahmut Sekban isimli bir Kazak bu organizasyon için İstanbul’dan gelmiş. Yüzü Türk ama konuşması Kazak, bir din adamının oğluymuş. Rahatça sohbet ettik. O beni Altayköyde ilk yapılan eve götürdü. Boş virane idi. Böyle evler çoktu. Zenginler daha güzel evler yapmışlar. Bizim önceden de tanıştığımız Abdülvahap Kara da İstanbul’dan gelmiş. Mustafa Çokay hakkında kitabı var ve Nugojay Batur’un hatıralarını baskıya hazırladı, meşhur alimdir. Bu köyün okuyan azıcık grubunun en çok okuyanıdır. Kazakların iyi tanıdığı bir kişidir. İhtiyarlar azalmış. İstiklal mücadelesinde bulunan kahraman ve şecereci Ateyhan isimli aksakal varmış. Görüşme ricasında bulundum. Fakat kulakları duymaz, sohbet etmek zor, yürüyemez dediler. Sultanmahmut’la ikimiz gitmek istedik ama gitme vakti dediler. Maalesef Nevruz çorbası içtik, Altayköy yemeklerini yedik, acele yola düzüldük.

Biz köyden çıkarken köy muhtarı aceleyle Ateyhan Aksakalın evine doğru gidiyordu. Demekki evine ziyaretçi kabul ediyordu ama biz görüşemedik. Abdülvahap’ın eniştesiymiş, hatıraları var ise bize göndermesini rica ettik.

Niğde şehrinin girişindeki büyük caddelerden birine Abılay Han’ın heykeli dikilmiş.Altayköyüne Konya’dan gelen öğrenciler döndüler. Köydekiler şehre vakitlice yetişemediler. Niğde’de Bozkurtların seçim öncesi mitingleri vardı. Bu yüzden üniversitede gösteri için toplananların keyfi olmadı. Çin elçiliğinden gelen görevli Pekindeki Azınlıklar Üniversitesinin profesörü dekan Jan Din’in tanıdığıymış.Benim orada ders verdiğimi duyunca biraz sohbet ettik. Çok iyi Türkçe biliyordu. O aydın Çinlilerin iyi bildiği Dudaray şarkısını söyledi.Elçi Bagdat ağabeyimiz konuşma yaptı ve herşey keyifliydi.

Bugünkü kazancımız Asan Kaygı evliyanın zirvesini görmüş olmaktır. Hayıflandığım iki konunun biri Kapadokyaya gidememiş olmak. İkincisi ise Altayköyünde yapılamayan konserle, Ateyhan aksakala selam verememiş olmamdı.
24 Mart. Niğde-Ereğli-Karapınar-Konya-Afyon-Uşak-Salihli. Bizans ile Anadolu Türk tarihine ait kanlı savaşların yolu sayılan, tarihin damgasını yemiş ve at nallarının gürültüsüyle, yüzbinlerce askerin ileri geri gidip geldiği bu toprakları baştan sona geçebileceğimi hayal etsem de gerçekleşmesi zordu. İşte şimdi Kayseri’ye sırtımızı döndük ve binlerce kere baktığımız haritaya tekrar bakarak her kilometreyi saymaya başladık. En erken milattan önceki VIII asırdaki “İşguz İşpakay” dan itibaren Selçuklu, Beybarıs, Karaman, Osmanlı, Aksak Temir, Bayezid ve Mahmud dönemlerine kadar olan bütün savaşlar bu bölgede çözüme kavuşmuştu. Onların hepsini tek tek anlatmak mümkün mü? Dümdüz alanda giderken karşınıza aniden yumruk gibi sıkılmış tepeler çıkıveriyor, veya uzaktan görünüyorlar. Çünkü onların bir çoğunun çevresini dolaşmak zorundasınız. Güneyde, tarihi karışık ama konusu bugünlere kadar gelen Karaman beyliğinin merkezi Karaman var. Ereğliden 100 km uzakta. Dağ sisler içinde arkamızda kaldı. Karaman Gaznevilerin(?), Selçukluların, Moğolların komutan Ketbuga’nın, Memluklularin yani Beybarıs’ın , Osmanlılarında, Arapların da gönlünü yapmış ve hepsinden belasız kurtulabilmiş bir beylikti. Şimdi bile Karamanlıların hal ve tavırları başka Türklerden farklıdır. Beylik geleneği sıkı sıkıya muhafaza edilmiş. Kayseri, Niğde, Karapınar ve Konya’nın Türklüğe has özellikleri farklı. Bu bölgenin özelliklerini hatırımda tutmaya çalıştım.

Bundan sonraki hedefimiz bu gece itibarıyla 800 km batıdaki Manisa şehrinin Salihli şehri. Akşam saat yedi civarında orada olacağız. Uçacak değiliz. Şoför 80km den fazla hız yaparsa ceza yeriz. Ceza 200 dolardan az değil. Düzlüğü baştan başa geçerken Karapınar’ın kenarından geçerek Konya’ya döndük. Yoldaki liderimiz Askar’a: “ Dediğini yapalım. Oruç da tutalım. Ama Konya’yı görmeden, Mevlana’yı ziyaret etmeden, Nasreddin hocanın mezarına gitmeden olmaz. Olmazsa Bekarıs’la ikimizi arkada bırak.”, dedim. Askar’ın buna itiraz etmesi zordu. Başkaları da destek oldular. Bütün Türkiye’yi üç kez görsen de Konya’ya gitmemişsen Türkiye’yi gördüm diyemezsin. Tarihi özellikleri hesaba katmasak bile, Konya’da dünyadaki bütün Türklerden bir parça bulmak mümkündür. Asya’dan gelen göçebelerin hemen hepsi önce bu bölgedeki Konya’ya gelmiştir. Sufiliğin yani Türklere has bilgeliğin en önemli merkezi burasıdır. Kendimi ifadede zorlanıyorum. Burası Alaeddin’in, Mevlana olarak ünlenen Celaleddin-i Rumi’nin, Nasreddin Hocanın vatanıdır. Burasını ziyaret etmemek mümkün değil. Kendini hayat boyu affedemezsin.



Türkiye’nin bütün büyük şehirleri gibi Konya’da da trafik sıkışıklığı yaşanır. Seçim arefesi olduğu için daha da kalabalıktı. Şehrin ortasındaki Alaeddin sarayını döndük ve Mevlana türbesine vardık. Trafik yüzünden kısa yollar uzadı. Bekarıs ve Askar daha önce gitmişler. Bize yol gösterdiler. Buna rağmen otobüsten inip türbe kapısına varıncaya kadar üç kişi selamlaşarak hal hatır sordu. Tarihteki Nogayların ilk göçüyle gelen Kıpçaklar ve Nogaylının ikinci göçüyle gelenler, Sovyet döneminde gelen Nogaylar.. Hepsi de kendilerine en yakın akraba olan halkın Kazaklar olduğunu biliyorlardı. Bunun yüzünden konuşmaya çalışıyorlardı. Konuşmalarını anlamak da çok kolay. Hepsi evine köyüne davet ettiler. Dombıra çalıyorlarmış, unutmamışlar. Türkleştik ama Nogaylığımızı da unutmadık dediler. İşte, özüne sadık halk olarak Nogaylar buna örnektir. Meğer Konya’da Türklerin her çeşidi bulunurmuş. Artık!... Mevlana! Mevlana! Mevlana!

Mevlana! Bütün Türk dünyasının edebi düşünce sisteminin merkezi. Şiir, müzik söz, resim, dans, sanat dünyasının mayası. On sekiz bin alemin sırrına vakıf bilge adamların üstadlık yuvası. Sufi dünyasının bütün eğilimlerinin birleştiği merkezdir. Kazakların Abay’a kadar ve Abay’dan sonra da feyz aldığı pınardır. Nakşibendi, Yesevi gibi tarikatların tasavvufi kaynağıdır. Celaleddin-i Rumi hayattayken Konya’ya toplanan sufiler, kendi edebi düşünce tarzlarını Türkçeyi kullanarak bütün Türk illerine yaymışlardır. Sözün anlamından, müziğin tınısından, parmak kıpırtısından, her bir görüntünün çizgisinden bir anlam çıkarmak ve hepsini anlamlandırmak; Mevlana derecesine yükselen Rumi’nin bilgelik okulundan başlamıştır. Bir fikre kilitlendiği zaman bir noktada iki saat durmadan dönerek dans etmek onlar için doğaldı. Onları bir kenara bıraksanızdahi oradaki sufilerde biri olan Nasreddin Hocanın edebi düşünce sistemini ele alalım. Zaten ters olarak çıkan ağaç dalını ters olarak oturup kesme fikri ne tezattır. Evet, o bu örnek ile, herşeyin tersine olduğu, yalanı ortaya koyarak gerçeği içinde saklayan yalan dünyayı hicvetmektedir.(Mevlana türbesinin) Bahçesine gidip kuran okuduk. Türbesinin içine girince nutkum tutuldu. Bilgeliğinden etkilenerek derin düşüncelere daldım. Mevlana’nın kabri sağ tarafta bütük taş mezar. Baştaşı hüsn-ü hat ile yazılmış. Baş tarafa iki büyük kavuk koyulmuş. Başka mezarlarda birer tane vardı. Biteviye bir ezgi çalınmakta. Vaktim olsaydı burada üç gün üç gece diz üstü çökerek kalabilirmişim hissini duydum. Yesevi ilahi grubuna ithafen Svetkali kardeşimiz tarafından Kazakçaya çevrilen Mevlana’nın Ebedi Hayat Agacı hakkında:

Hey mutluluk sahibi Olsun senin dileğin

İki yol var önünde, var git seç birisini

Biri fani dünyada yeşil yaprak örtünmek

Ölümlüler koşarlar yemişini almaya

İkincisi cennette nefesin iştah kabartır

Ayrı durursun dalların eğilerek

Duydu ah ü zar ile sarhoşluğun etkisi

Olayım dedi ebedi Ahiretin ağacı

Gafil kalma bil. Tanı. Ey insanoğlu

Ağaçtan ne eksikliğin var, ondan öğrenecek sır var

Cansız ağaç ah eder, görsem diye Hak nurunu

Allahın halifesi, nerede senin imanın?

Mısraları aklıma geldi. (Bu beyitin tam Türkçesini bulamadım ve Kazakça’dan Türkçeye tekrar tercüme ettim. Çevirenin Notu.)

Türbenin içinde Mevlevi kitapları, el yazma eserler, resimler, ve raks amakamını gösteren parmak hareketlerinin çizimleri, ve peygamberin sakalından bir tuatm saklanmış. Altın yazma kitaplara bizimle beraber Avrupalılarda hayran oluyorlardı.

Acele ettiğimiz için Askar beni neredeyse sürükleyerek türbeden çıkardı. Nasreddin Hoca’nın memleketi Akşehir’deymiş. Mezarı bir yamaca yerleştirilmiş ve aşağıya doğru eğilen tarafına bir destek koyulmuş. Eşeğe ters binmiş heykeli, ölen kazan ve altın yumurtlayan eşek heykelleri de vardı. Her sene Nasreddin Hoca şenlikleri yapılır. Konya Üniversitesinde Türk anıtlarının kopyaları olduğunu duymuş olsak da oraya gitmeye vaktimiz olmadı.

Budan sonraki yol, İstanbul-Ankara arasındaki seyahati hatırlattı. Yine yukarılara doğru tırmanıyoruz. Bir tepeyi aşınca kar, diğerini aşınca yağmur, üçüncüsünde dolu ve bir dahakinde de kupkuru hava değişimleri yaşadık. Tırmanış bitti, tepeye ulaşınca arkamızdaki kuru hava ile önümüzdeki deniz rüzgarlarının çarpıştığı bir noktaya geldik. Çarpışan hava akımlarıyla yolculuk sürerken mermerin vatanı Afyon’a geldik. Afyon’u da, mermeri de eski Bizans döneminden beri efsaneye dönüşen mermer oymaları da yol boyunca sergilenen satış noktalarından seyrettik. Askeri uçakların bulunduğu Uşak’ın da ışıkları arkamızda kaldı. On iki saattir dinlenmeden seyahatteyiz. Salihli’dekiler de telaşta. Ben de onlara görevler veriyorum. Neyse dağları tepeleri aşarak gece saat 10-da Salihli’ye vardık. Benim özel “belediyecim” ŞükrüAli bekliyordu. Aniden.” Görevler tamamlandımı?” dedim. “Salihli’deki bütün termosları topladım sıcak, koyu ve bedava çayları hazırlattım” dedi. Hemen kucaklaştık ve lokantaya gittik. Beklemeye gerek görmeden baş köşeye geçtim ve :”Hadi koyun çayları” dedim. “Kuğu”lar da susamışlar. Merveş ile Davrenbek ve Gaziz:” Ağabeyimizin yanına oturalım” diye yerleşmeye başladılar. Davrenbek’in gözü kısıldı mı ne olacağını anlarım. Beş dakikada beş termos boşalıverdi. Bizi dağ eteğindeki termal tesislere yerleştirdiler. Termal suyu rahatlattı, eklemlerimiz gevşedi, sızlayan ayaklarımız rahatladı, cennet uykularına girmeye başladık. Bekarıs kardeşim şimdi rüyasında hurilerle berabermişcesine mışıl mışıl uyumaya başladı.



Достарыңызбен бөлісу:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10




©dereksiz.org 2024
әкімшілігінің қараңыз

    Басты бет