25 Mart. Salihli. Beşağaç. Sabahın serinliğinde erkenden uyandım. Dağların ortasındayım, nehir suyunun gürülü duyuluyor, bülbüller şakıyor. Sabah ezanının sesini canıma yakın hissediyorum. Nehrin etrafında yürüdüm. Etrafımız dik yalçın kayalarla çevriliydi. O tepelerden birinde beş ağacın ortasında duran bir ev gördüm. Ah! özenle inşa edilmiş dedim. Orada oturanlar sabahın ışıklarını herkesten önce görür ve akşamın karanlığına herkesten sonra veda edebilirler. İnsanlar uyanmaya başladı. Bir araba dolusu insanla, ŞükrüAli ve Ramazan’lar geldiler. Onların arasında değirmi sakallı, akça-pakça, sevecen ve mirza kıyafetli, yanakları al al “melek” misali bir yaşlı kişi gelip “ kardeşim!” diye sarıldı. Ben de yadsınmadım. Meğer Türkiye’ye geldiğimden beri şeytankulakla olan haberleşmelerde bana selam yağdıran, kişiymiş. ŞükrüAli’yle Ramazan’ın babası Köksegen aksakal. Derhal birbirimize ısındık. Ben o gün buradaki büyükleri ziyaret etmem gerekiyord. Alibek Hakim ve Hamza Uçar’ın evine gidip, Kazak adetlerine göre kuran okutmam ve mezarlarını ziyaret etmem lazımdı. Sonra oradaki vatandaşlarımla tanışacaktım. (Türkeli) parkında herkesle tanışacak ve orada bir konuşma yaptıktan sonra özel görüşmelerimi yapacaktım.
Köksegen Aksakal, “Hepsi doğru. Türkiye bizi bağrına bastığı zaman Alibek Hakim buraya yerleşmeyi tercih etti. Alibek Hakim’le ben bir seferinde, bir yaz boyunca (1976 yazı), bu kaplıcaların (Salihli’deki Kurşunlu Kaplıcaları) yukarı kısmına çadır kurduk, yer altından tabii olarak çıkan kaplıca suyundan bir kaç hafta faydalandık. Hakim eniştemiz beni 14 yaşımdan itibaren yanına aldı. O zamandan beri onlardan hiç ayrılmadık. O kadar ileri görüşlüydü ki… O zaman “Kökseğen! İleride buraları da kıymetlenir, gel bu kaplıcalara yakın bir yerden toprak alalım.” Dedi. Böylece bu kaplıcaların üst tarafından bu küçük bahçeyi aldık, ev yaptık. Karşıda görünen beş ağaçlı ev işte o ev” dedi. Sabahleyin gözüme çarpan ve benim imrendiğim evi gösteriyordu. “Kardeş olduğumuzun ispatı olarak bir şey isteyebilir miyim?” dedim. Tabii, tabii tavrına geçti. “O zaman oradaki yamacın adı BeşAğaç olsun. Bir tanesini bana verir misiniz? Eğer verirseniz o ağaç ebediyen benim olacak, torunlarımın torunlarına miras kalsın. Satmaya kalkarsanız uluslararası mahkemeye veririm.”dedim. Köksegen Aksakal “Söz”dedi. Eve dönüşümde benim çocuklar buna çok sevindi. Artık söz verildi, benimse benim. Gelecek nesiller bunu hatırlasın istiyorum. Keşke çocuklarıma o güzel yerleri gösterebilsem!
Salihli çok canlı bir yermiş. Bu yüzden olmalı orada yaşayanlar da çok candan insanlardı. Toplantı (Nevruz Kutlamaları) yapılacak parka geldiğimizde Türkiye’nin ve Kazakistan’ın bayrakları dalgalanıyordu. Yanyana iki Kazak keçe çadırı dikilmişti. Kazaklar ve Türkler hepsi bir arada kaynaşmışlar. Görenlerin gözü sevinecek manzaraydı. Salihli’de Kazakların yaşadığı bir avıl-mahalle var. Kazakça avıl gibi değil, ikişer-dörder katlı evler. Orada sarmaş dolaş selamlaştık. Hamza Uçar’ın kızı Aklima Hakim’le Almatı’da tanışmıştık. O, beni Alibek Hakim’in hanımı Kadiyşa Hanımabla(Bu nine yazarla aynı boydan, Nayman soyundandır) tanıştırdı. Bekarıs’la ikimiz o tarafa gittik. Kazakların Orta Cüzünün en büyük iki kabilesi olan Kerey ve Nayman boylarının selamlaşma adetini yerine getirerek, o hanımablanın ellerini alnıma götürdüm. İki kelimeden sonra sohbet koyulaştı. Gönlüne girecek söz bulunursa hangi ana sevgi göstermez ki…Anlaştık, Sözleri de yerli yerinde. Bana Kazakların ulu ozanı Abay Kunanbayoğlu’nun torunu Akıliya abla gibi ulusumuzun gerçek analarındanmış gibi geldi. Manalı sözlerimi hemen anlıyor ve usule göre cevaplar veriyordu. Sohbete özlemim kanmış gibi oldu. Aksakallar da yanımıza geldiler. Kısa sohbetteki önemli soruların cevabını çabucak veriyorlardı. İstiklal uğruna yapılan göçün canlı tanıkları Madalim hacı, Köksegen ve Malik gibi eski toprak savaşçıların sohbetini dinlerken bu küçücük grubun kahramanlık ruhuna hayran oldum. Nevruz bayramının kutlamalarını hatırlatarak, Bekarıs isimli ozanı öne sürerek, sesleriniz gönlümde yer etsin tavrındaki niyetimi belli ettim. Elimi sıkıca tutarken, Alibek Hakim’in 92 yaşındaki hanımı Kadiyşa Nine aniden:
Avılım(Köyüm) Kızılözen yar başında,
Altay’ların at koşturduğu vadisinde
Eşitti ilimi de bilimi de,
Kerey’lerim seçtim vardım mirzasına,
deyiverdi. Buna cevap olsun diye meşhur Bekarıs Ozana döndüğümüzde Kadiyşa Hanım-anamız;
Kaldın mı, çare mi var ah-vatanım,
Kaldın ya Kerey-Nayman iki aslanım
Artık şiir söylemeyi yapayım
Doksan iki yaşındayım.
diyerek Bekarıs’a karşı atışmayı başlatıverince, meşhur ozanın tüyleri diken diken oldu. Atışmaya uygun cevabı vererek ihtiyarın duasını aldı. Çok kısa bir sürede geçen bu hatıramızı hayat boyu unutamayacağız. “Hangi partiye oy vereceksiniz? diye sordum. Nine, sağ elini kaldırdı, baş parmak(bas barmak), orta direk(ortan terek) ve küçük şümeki(şıldır şümek) büktü, işaret parmağı(balalı üyrek) ile küçük bebeği(kişkene böbek) yukarıya dikti: “Başkanların içinde Menderes ve Turgut Özal’la kimse yarışamaz. Menderes’i haksız yere astılar. Gerçek Türkçü oydu. Parti konusuna gelince şahsen ben kendim gökbörülerden şaşmam. Bunların hepsi ağarmak istiyorlarsa ağarsınlar” dedi. Hepimiz güldük. Meğer bir ailenin fertleri arasında herkesin tercihi farklıymış. Mesela Kadiyşa hanımablanın kardeşleri “Ak partici”, bazı akrabaları “Gökbörücü”, diğer akrabaları “demokratçıymış”. Ancak yerel idareciler Kazakları destekliyorlar. Nevruz kutlamasına yerel idare amirleri, bütün parti temsilcileri, Türksoy ve Türk Dünyası kuruluşlarının temsilcileri, işadamları, İzmir’deki Kazaklar ile Kazakistanlı öğrenciler katıldılar. Katılımcıların hepsi de Kazaklarla yakın görüştükleri için selamlaştılar ve hatır sordular. Demek ki birbirleriyle iyi görüşüyorlarmış, Kazaklara değer veriyorlarmış. Bazen akademide ders vermenin de faydası olur. Yerel idareciler de biz de birer konuşma yaptık. Akkuv grubunun konseri güzeldi. Özellikte Merveş’in Altay şarkısı başlayınca yaşlı erkekler yiğitlik günlerini, nineler ise genç kızlıklarını hatırlamışcasına daldılar. Güzel bir sohbet oldu, rahatladık. Arada sırada Köksegen Aksakala dağları göstererek “BeşAğaç bu tarafta mı?” diye şakalaşıyordum. Hepimiz neşeli şekilde dağıldık, ben kabristana yollandım.
Salihli 1920’li yıllarda Yunan işgaline karşı savaş vermiş bir bölge. Batının sahillere yakın bütün bölgeleri işgale uğramış. O zaman Salih adında genç bir yiğit burada şehit olmuş ve buraya onun ismi verilmiş. Kabristan’da vatan uğruna şehit olanlarında mezarları vardı. O yüzden mezarlığa iyi bakıyorlar. Kabristan’ın giriş kapısının solunda Alibek Hakim’in mezarına kuran okuduktan sonra kalkarken … başımdan kaynar sular döküldü. Bir küçük mermer levhada “Hasan Oraltay” yazıyordu. Nasıl yani? Hayattayken kendisinin yer beşiğini mi hazırlatmış? Taa Münih’te yaşayan birinin bu tavrını nasıl yorumlamalı? Anlıyorum. Anlıyorum. Herhalde keyfinden yapmamıştır. Onun sebeplerini düşünerek, tavrına vakıf oldukça daha dün gece telefonlaştığım Has-Ağa’nın yüreğindeki kaygıyı idrak ediyorum. “Niye ben onu sözümle çimdikliyorum?” diye düşündüm. Daha sonra babasının evini ziyaret ettiğim sıradaki telefon konuşmamızda “Gördüm, Gördüm” demekten fazla bir şey söyleyemedim. Sanki boğazıma taş düğümlenmiş gibiydi. Kabristanda Hamza Uçar’ın mezarına da gittik. Vaktiyle onun Kazakistan’a yazdığı mektupları bir kitapta yayınlamıştım. Daha sonra Alibek Hakim’in evine geldik. Annemle adaş olan Kadiyşa hanım-ablamızla sohbet ettik. Ama o sohbetin konuları bu günlüğe yazılmayacak kadar özeldi.
Köksegen Aksakalın evine de gittim. Şükrü Ali’nin deri konfeksiyon atölyesi alt katta diğer çocuklarının evleri üst katlardaymış. Kendi oturduğu ev başka bir sokakta. Edepli gelin, terbiyeli kız, görgülü oğullarla dolu bu ailenin evinde uzun oturduk, çaylar içildi. Köksegen Aksakalın sohbetini dinledik. Söylediklerinin hepsini yazamayacağım için üç ay içinde bana yazıp göndermelerini rica ettim. Söz verdiler. Ecelin elinden kurtulanların arasındaki seçilmiş insanlar demekten başka tanımı yakıştıramıyorum. İkindi itibarıyla Salihli İlçe yönetimi (Beşağaç)Termal tesislerde yemek verdi. Bagdat Amrayef ile Düysen Kaseyinof da geldiler ve dizginleri ellerine aldılar. Tepelerden ilçeye baktım. Ağaçlarla kaplı dağ eteğine yerleşmiş. Buranın idari amiri mahçup tavırlı değildi Hepimiz birer konuşma yaptık. Köksegen aksakalın konuşmasını beğendim. Akşamki konsere de az vakit kaldı.
Altay köyü ile Salihli’ye giden sanatçıları Bagdat Mirza ile Düysen Mirzanın eşlik etmeleri, sadece il, ilçe ve belde görevlileri ile buradaki herkesi etkiledi ve Mustafa ile ŞükrüAli’nin moralini yükseltti. Arkanı dayayacak devletinin olması güzel bir şey olsa gerek. Elçi ilkokula giden Kazak çocuklarına (Kazakça) ders verecek öğretmen ve ders kitapları göndermeyi kabul etti. Böylece bu Nevruz kutlamaları bazı hayırlı işlere de sebep oldu. Akşamki konser güzel geçti. İstanbul’dan gelen bir Kazak sanatci da konser sonrasında bir saat daha konser verdi. Manisa valise başka bir yerde yemek verdi. Janbolat Avipbayef,:”İstanbul’da bir kafeye gitmiştik, İstanbul valisi de halkın arasında oradaydı” diye şaşırmıştı. Burada da yerel yönetim halkın arasında. Ama bizim memlekette bırakınız valileri yerel yönetimin en basit idarecisi bile bunu yapmaz. Ama bunu öğrenmek lazım. Termal tesise geri döndük, termal banyoda kemiklerimiz dinlendi ve günün güzel geçmesiyle rahatlıkla başımızı yastığa koyduk.
26 Mart. Salihli-İzmir-Selçuk-Efes-Çanakkale(Troya)-İstanbul. Bu günümüz efsanelerle karışık geçti demek mümkündür. Aşağı yukarı bin kilometre yolu aştık. Amma ne yol. Dün İzmir’den Troya’ya geçeceğimizi duyan Taldıkorgan’lı bir kız “İzmir’e yakın, Efes-Selçuk’ta Meryem Ananın mezarı var.” deyince oraya mutlaka gitmeye yeltendim. Ramazan’a nasıl gideceğimizi öğrenmesini söylemiştim. İnsanlık tarihinin bütün tarihini gözler önüne serebilecek böyle bir seyahat fırsatı bir daha çıkmaya bilirdi
İşte şimdi de erkenden yola çıkıyoruz. İzmir’e kadarki yol, Konya ile Salihli’nin arası gibi. Hava durumu da öyle. Tepeyi aşınca önce deniz sonra Ege denizi kıyılarına yerleşmiş ve Türkiye’nin yaşamaya en elverişli kentlerinden biri İzmir ayaklarınızın altında görünür. Nüfusu dört milyon civarında. İnişli çıkışlı tepelerle, denize kadar inen vadilere yerleşmiş bir şehir. Uzaktan bu eski şehrin camilerinin kubbeleri görünüyor. Körfezde ise gemiler var. Bu şehir nereden başlar, nerede biter belli değil. Bir tarafı dağlarla çevrili, öbür tarafı deniz, ortası çukur düzlük. Büyük bir tepeden aştığınızda önünüze çıkan şehir de İzmir. Böylece Karaburun, Altıntepe gibi yerlerden geçtik. İzmir genişlemeye meyilli bir şehir. Yağmurdu çamurdu doluydu dinlemeden yolumuza devam ettik.
Odisse ve İlyada’nın izi olan ve milattan önceki binli yıllardaki uygarlık merkezi Efes idi. Yanılmıyorsam milattan önce 700 lerde Madi liderliğindeki İskitler de buraya gelmişti, dünyanın yedi harikasından biri olan Artemis tapınağıda burada olmalıydı. Onikinci asırda da buraya Selçuklular geldiler. Ramazan kardeşim seri araba kullanıyor. Denize kadar inen yamaçlar nasıl güzel. Hayran kaldım. Bir süre sonra göz ucunda gösterişli bir kale göründü. Tabii ki kale falan değildi, deniz feneriydi. Dönemecin sonunda bütün bir tepeyi kaplayan ve kuş tüneyen eski bir yapı dikkatimizi çekti. Selçuk ilçesini ikiye ayıran bölgede tepeye yerleşmiş. Sanki kuluçkaya yatmış Anka kuşu misali bir yapıydı. Bulunduğumuz yerden direk geçiş yoktu çevreyi dolaşmak gerekiyormuş. Sorduklarımız Selçuk kalesi dediler. Türkye’nin bütün eski şehirlerinde olduğu gibi dar bir sokaktan Adınoğullarından İsabey’in 1375 te yaptırdığı camiye geldik. Büyük girişiyle ön yüzü cilalanmış mermerle kaplıydı. Dört köşeli avludaki bazı objeler Efes’ten getirilmişler. Duvarlar boyunca hat sanatının örnekleri var. Mezar taşlarındaki kavuklar bile sanat eseri. Mezar taşlarındaki isimler okunabilir. Caminin içi geniş. Müzelik eşyalarda orada muhafaza edilmekte. Diz çöküp kuran okuduk ve daha önce gördüğüüz Selçuklu kalesine baka baka Efes’e doğru yol aldık. Daha 1000 km. yolumuz var. Troya’ya erken gitmemiz lazım. Bu yüzden acele ediyoruz.
Yolun iki yakasına üç kmboyunca dikilmiş ağaçların arasındaki aslan heykelli yoldan ilerleyerek Efes harabelerinin kapısına geldik. Şimdi buradan aldığımız intibaları nasıl ifade etmeli. Niçin bu kadar uzun yolu çektik ve bunu yazmak için kitap yazmak bile az gelir. Çünkü ilk okuldan itibaren öğrendiğimiz tarihin en eski dönemlerinden başlayan insanlık tarihinden bahsetmek gerekecek. Bu yüzden ben; beni buraya getiren Herodot tarihine, onun muhtevasında ve benim Dulıga isimli eserimde bahsedilen İskitlere, Erapalara ve Amazonlara ait bir-iki olaya değineceğim.
Milattan önceki 3000lerde, etrafı denizlerle çevrili Ayagüzel adındaki adaya Arzavanlar Apas adıyla bir başkent yaptılar. Herodot’un verdiği bilgilere göre, Ellalıların küçük Asyayı istilası işte bu Efes ten başlamıştır. Atina’daki prense bir falcı sizin başkentinizin nerede olacağını balık ve yaban domuzu gösterecek der. Atina’dan uzaklaşmak isteyen prens denize açılır. Bir kıyıya çıkar ve balık pişirirken yangın çıkar. Bundan sonra orandan kaçan bir yaban domuzunu avlar. Tam o sırada falcının söyledikleri aklına gelir. Başkenti orada inşa etme emir verir. İşte burada, prens göçebelerle kadın savaşçılarla karşılaşır. Efes’in temellerini, onlardan önce İskitlerin savaşçı kızları “Kadın Savaşçılar” Amazonlar atmıştır. Amazonların Efes’I başkentleri olarak özellikle savunmalarını Strabon da, Pausanias ta yazmıştır. Böylece erkek yürekli savaşçılarla, kız yürekli savaşçılar sevgi ordusuna dönüşmüşler. Bu sevginin timsali olarak Amazonlar Artemis tapınağını inşa etmek için yarışma açarlar ve böylece dünyanın yedi harikasından biri meydana gelir. İşte bu konu bizim (Kazakların) Efes’le ilişkisinin ilk düğümü. Dolayısıyla Ege denizi Agay denizi sözünden çıkmıştır. Yani bu aga balası Argın’ın adından gelmiştir gibi bizim ağabeylerimiz tarafından ortaya atılan saçmalığı tekrarlamak istemiyoruz. Fakat bizim kadın savaşçı ablalarımızın başlattığı tarihi karşılaşmayı reddetmek istemiyoruz. Amazonların göçebe kızlar ordusu olduğunu ve onları İskitlerin Erkek Ablalar(Erkek Fatmalar) olarak adlandırdıklarını bilge Herodot ta Strabon da yazmıştır. Amazonlara yakınlığımızı reddetmeye de hiç hakkımız yoktur.
Aradan geçen onca asırlardan sonra VII yüzyılda İskitler akinaklarını bellerine bağlayarak, yaylarını karınlarına takarak yeğenlerini “aramaya” gelmişlerdir. “Yeğenlerinin milli özelliklerini kaybetmesine” kızan İskitler Karadenizden gelen gemileriyle İskitler ve amazonların vatanı Artemis’i yakıp yıkarlar. Bu konuyu Dulıga isimli eserimde yazmıştım.
(Bu arada nesir kuralını bozarak, meşhur alim ve şair Kalimah’ın Artemida’ya ithaf ettiği övğü şiirinde İskitlerin küçük Asya’da 28 sene iktidar olmalarını tarif eden :
“…daha sonra senin kutsal bulduğun yere (Efes’e) büyük saray yaptırıldı; tan nuruyla sarmalanan bu yapıdan daha güzel ondan daha saltanatlı saray yoktur; o Pifondan da büyüktür. Bu yüzden Tomuruk Ligdamis (İskit kralı) onu yıkmak istedi, kısrak sağanların büyük ordusunu getirdi, onlar İnak boğazında uzakta yaşarlar. O biçare kral, nasıl şaşırdı. Onun kendisi de başkaları da Kaystr’ı arabalarla çevirerek koruyanların hepsine de İskityaya geri dönmek nasip olmadı. Çünkü senin silahını Efes’in kendisi koruyordu.” Satırlarını tırnak içinde vermeyi uygun buldum.)
Kalimah’ın yazdığı gibi İskitler geri dönmedi, “kımızlarını içmeye devam ederek” bu bölgeye 28 sene hükmettiler. (Bu arada, Türkiye’deki tek kımız üretimi İzmir’de Hasan Ağabeyin Şirzat ismindeki kardeşi tarafından yapılmaktadır.) Sevgi Meydanının sembolü olan Artemis tapınağını yerle bir ederler. Zamanla İskitlerle yakın çevrede ortaya çıkan Lidyanın kralı Krezüs, M.Ö.560da şehri ele geçirir ve Artemis tapınağını restore eder. Mimarlığı geliştirir. Daha sonra bu bölgeye, vaktiyle Kazak bozkırlarında biri hayatını kaybeden ve diğeri de onursuzluk yaşayan iki Pers sultanı, Daryuş ve Kir de gelmişlerdir. Büyük İskender’in doğduğu gün, adımı dünyada yeryüzünü ateşe vermekle meşhur edeceği diyen Gerostrat, Artemis tapınağını ateşe verir. Büyük İskender Artemidayı tekrar canlardırmaya yeltenince ora halkı: “Bir tanrının bozduğu tapınağı tekrar canlandırmamalı” itirazıyla karşılık verirler. Onun yerine Efes şehri güzelleştirilir.
Böylece efsaneye dönen Efes’in tarihi böyle başlar. İki tepeli Ayasulık’ın eteklerinden yukarılara doğru kat kat olarak beyaz mermerden yapılan binalar, kudretli kolonlar, mermer sokaklar ve kütüphanesi, bütün bir yamaca yayılmış ve 24.000 seyircinin sığabileceği büyük tiyatro, küçük tiyatro, tören alanı, ebedi ateşin yandığı saray, Güzellik tanrıçası Afrodit ve Diyonis’in, Herakles’in, Hermes’in heykelleriyle süslü anıtlar ve binalar, termal hamam, halkevi, senato, stadyum, Gimnazyum, Meryem ana kilisesini gezerken antik dönem dünyasında yaşıyormuş gibisiniz. Savaş meydanından dönen savaşçıların dinlendiği halk evini gösteren mermer satıhdaki kadın ayağını gösteren resimden başlayarak Artemis heykelinin bulunduğu kutsal alana kadar ki tarihi objeleri seyrederek, hepsini incelemek için haftalarca kalmak gerek. Ama buradaki Amazonlardan, Artemise, Kleopatraya, Meryem Anaya ve Türk asıllı Ayasultana ait efsaneler ile anıtların tarihini uygarlık tarihçileri bile yazmakla bitiremeyecekleri büyük bir destandır. Efes de o geçmişin mermere nakşedilen destanıdır. Selçuk ilçesindeki müzede onun ders kitabı gibidir. Hepsini görerek öğrenirsiniz. Ben de kalem erbabı olsam da antik dönemin kudretini orada yaşadığım kadar yakın ve derinden hissetmedim. Bu Ayagüzel’i- vaktiyle dalgaların yıkadığı kıyıları, uzaklarda görünen Artemida’yı( şimdiki Selçuk ilçesini) araltepe olarak hayal ederek, İskit Amazonlarını, Ligdamis ile Madi kralları, Kambisi, Daryuş ve Kir’i, Geostratı, İskenderi, Sezarı, İncili yazan Yoan evliyayı, Edil(Attila) ile elçilik münasebet kuran Justinyanı, Süleyman Halifeyi hatırlamak bile bir güne zor sığardı.
Yine de İsa peygamber çarmıha gerildikten sonra ona inananları Kudüsten çıkararak Efese getiren ve hristiyan dininin hadislerini biraraya getiren “yedi cin sahibi” ve peygamberin havarisi Meryem ananın(Mariya Magdalena) kilisesi ile kulübesini görmeden gitmek imkansızdı. Magda’daki evinden çıkan Mariyanın sabırlı öğretileri sonucunda hristiyanlık oluştu. Bu toplumcu hanım olmasaydı dünyada en çok inananı olan bir dinin olmayacağını bütün din tarihçileri tasdikler. Mariya Magdalena’nın(Meryem Ana) İsa peygamberin hanımı mı? gönüldaşı mı? ümmeti mi olduğu konusu şüphelidir. İsa peygamberin sonradan gruplara bölünen inananları 431-de bu manastırda toplantı yaparlar. Üç ay boyunca süren dini tartışmalar sonuç vermez. Böylece Efes dini tartışmaların değil, dini birliğin merkezi oldu. (Şimdi de her sene bu Meryem ana manastırına dünyanın her tarafından gelen hristiyanlar toplanırlarmış.) Süleyman halifenin liderliğindeki Müslüman sahabiler 716-da Efes’e peygamberin tuğunu dikerler. Selçuklular dağın adını Ayasuluk olarak değiştirdiler. Kiliseler camiye döndü. Efes- Selçuk oldu. İskitlerin ana amacı gerçekleşti. Yirminci asrın yirminci yıllarında antik Yunanlıların yeğenlerinden hiç kimseyi bırakmadan Yunanistan’a göndermişler. Şimdi onlar artık Türkiye’ye sadece turist olarak gelebiliyorlar.
Selçuk’un ortasında Türk bayrağı dikili Araltepeye baka baka , Artemis ve Geostratı hatırlayarak Ege denizi kıyısından 700 km kuzeye ilerleyerek Troyaya-Çanakkaleye yola çıktık. Karaburunu, Altınoluku geçtik. Sakız nehrini de Buruncuk’u da geçince Zeytindal’a vardık. Bütün Türkiye’yi ve bizi de zeytinle doyuran bölge burasıdır. Çandırlıdan Ayvalığa, Akçay’a , ordan da Ezine ve Lapseki’ye gidersiniz. Şair Gafuv’un Kazak bozkırlarında giderken:
Deme bunu şımarıklık, İnanazsanız bakın
Uludağa ulaşmaya aceleyle Geyik çeken arabayla gidiyoruz.
Şiirini hatıladım ve biz de Troyaya yetişmeye çalışırken gemilerle yarışıyorduk. Onlar da bizimle yarışıyordu ve biz tepeyi aştığımızda önümüze çıkıveriyorlardı. Dalgalar bazen köpüklenerek gökyüzüne yükseliyor, bazende beyaz köpüklerle kızgın kızgın kendiyle mücadele ediyordu. Elbetteki kar, yağmur, dolu ve gökkuşağı birbirine karışmıştı. Çanakkaleye gündüz gözüyle gidemeyeceğimiz belli olmaya başladı. Ama Ramazan gaza basınca trafik durdurdu. Aynı bizim memlekettekilere benziyorlar. İki yüz dolar ceza yazdı. Ne yapalım, Troya’nın sadakası olsun!
İşte Ege denizi kıyılarındaki antik dünyanın gölgeleri Bülbül dağının gözetmenleri ve deniz feneri uzaklarda göz kırpan ışıkların ensesinde Troya kalıntıları karanlığa gömülerek geride kaldı.
Ancak sadakamız kabul olmadı. Ezine’yi geçerken yıldırımlar ve sağanak ümidimizi söndürdü. Şimşek çakınca çıkan ışık gözleri kamaştırıyordu. Bu bölge Türkiye’nin hem kutsal hem de en hasret yüklü bölgelerindendir. Türkiye’nin tek başına bütün Avrupa’nın birleşik ordularına karşı savaştığı bölgedir. Çok stratejik bir yer. Troyanın da yenilgiye uğrayarak Odisseye konu olmasının sebebi de stratejik bölgede olmasındandır. Mümkün olmadı. Bütün Türkiye’yi dolaşınca baş hedef olarak seçtiğimiz Troya’ya beş km. kala vedalaşmak zorunda kaldık. Orası zaten dağın tepesinde, tam olarak arkeolojik çalışma yapılmamış. Gecenin yarısında bekçiler de sokmaz ve bu şimşekle sağanak altında hiç bir şey görünmez. İçim yana yana, pişmanlıkla Ege deniziyle Marmara denizinin birleştiği burna geldik. Araba vapuruyla on kilometre ötedeki Avrupa yakasına çıktık. İstanbul’a gece saat iki de vardık.
OOO bilgiç kadın! Öğleden sonra bizimle endişeli şekilde telefonla konuşmuştu. Galiya ablayı, sıcak, tavşan kanı çayları demlemiş, çorbaları baharatlamış ve yüzünde şefkat gülümsemesiyle bizi bekler bulduk. Ancak o zaman Has-Ağa aklıma geldi. O da birkaç kere telefon etmiş. Kendimizi biraz toparladıktan sonra hesap verdik. “gerçekten yanındaki yol arkadaşını yarı yolda bırakmayacak kadar sağlam adamların padişahıymış.” Sabah ola-hayrola diyerek Galiya ablanın yumuşak yatağına oturdum. Ne kadar yorgunluk çökse de günlüğüme isteksizce uzandım. Gecenin saat üç buçuğuydu.
27 Mart. İstanbul:”Türk Dünyası” ile İstanbul Üniversitesi. Uykumu almış olarak uyandım. Galiya ablanın her zamanki koyu kırmızı çayı. Tabiiki benim susuzluğum çay ile değil, artık unutmaya başladığım anamı hatırlatan halalarımın şefkati idi. Önceden tanıdığım Sıdıkan aksakal sabah erkenden gelmiş. Ramazanla beraber bugünkü planımızı yaptık.
“Türk tarihiyle ilgili kitaplar..” deyince Galiya ablanın ağzına derhal Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı geldi. Güzel bir fırsattı. Çünkü bu evin kızı Saadet orada müdürmüş. Ramazan bizi eski İstanbul’u tanıtarak sıkışık yollardan geçirerek Sıdıkan ağa ile Türk Dünyasına getirdi. Vaktiyle medrese olan bir binaydı. Evde bize ev sahipliği yapan Saadet kardeşimiz bizi karşıladı. Türk Dünyasının neşrettiği, Oljas Süleymenof’un, Kabdeş Jumadil’in M. Şahanof’un kitapları dikkatimi çekti. İstediğimi almak konusunda Saadet kardeşimizden izin aldık. Seçtiklerim iki koli oldu. Daha önceden edinmeyi hedeflediğim Altınorda, Türkistan ve Kazan Hanlıklarının Yarlık ve Bitigleri gözüme ilişmedi. Bu dileğimizi yapmayı üstüne alan Saadet kardeşimiz, İstanbul Üniversiesi ile Osmanlı arşivlerine telefon ediyordu.
Tam o sırada, vaktiyle Türkistan’da ders vermiş ve doktora tezi Mukagali Makatayef hakkında olan Metin Köse de geldi. Sadece yardımcı olmaya çalışmadı, aradığım eserler hakkında çalışan bütün alimlerle konuştu. Bu arada İlyas Topsakal ile Musa Duman da geldiler ve aradığım bütün kitapların fotokopisini yarına kadar hazırlamaya söz verdiler. Lokantadan yemek yedik ve Türk Dünyasının başkanı Turan Yazgan’la tanıştık ve sohbetleştik. Gerçekten de Türk Dünyasına emeği geçmiş, genel Türk tarihi konusunda tarihi efsanelerin hepsini toplayarak basmayı ele almış sayın başkanımız kendileriymiş. Bizim Dulıga kitabımızı da merak etti ve Saadet’e mutlaka bulunmasını söyledi. (Akşam yemeğinde Hasan Ağabey okusun diye getirdiğim Dulıganın iki cildini Saadet kardeşimize verdim). Ben de kırktan fazla seçme kitap aldım. Bedavaya verdiler. Sonra Köse beyle İstanbul Üniversitesinin el yazmaları ve nadir kitaplar bölümüne gittik. Dekanla tanıştım. Nadir kitaplar arasında 1914 te Katanof tarafından verilen kütüphane muhafaza edilmiş. Katalogunu inceledim. İsmini bildiğim ve bilmediğim kitaplar vardı, ancak fotokopi almama izin verilmedi. Hazinenin nerede olduğunu öğrendiğime sevindim.
Bugünkü kazançlarımız bizim gerçekten “şanslı yolcu” olduğumuzu gösterdi. Çünkü burada anlatılanları elde etmek için defalarca gelmek ve haftalarca uğraşmak gerekecekti. O da bir şans eselesi. “Türk Dünyasının” desteği sayesinde daha önce Kazakistan’da ders vermiş Türk alimlerinin de yardımıyla işimiz kendiliğinden yapılıverdi. Osmanlı İmparatorluğunun ve İstanbul Üniversitesindeki nadir eserler kütüphanesinin kataloglarını, “Türk Dünyası”Vakfının kütüphanesini gördüm. “Otrar” kütüphanesi akademik fonunu kurmaya çalışan “Kazak El Yazma Eserleri” isimli 10 ciltlik kitaba gerekli olan ve XIXX asırlara ait Kazakistan’la ilgili 30 civarında ilmi araştırma kitabını aldım.
İlave olarak Osmanlı İmparatorluğunun arşivinden çok nadir bulunan ve Kazakistan için çok gerekli ve sadece arşiv çalışanlarına verilen:
Достарыңызбен бөлісу: |