26 Mart. Salihli-İzmir-Selçuk-Efes-Çanakkale(Troya)-İstanbul. Bu günümüz efsanelerle karışık geçti demek mümkündür. Aşağı yukarı bin kilometre yolu aştık. Amma ne yol. Dün İzmir’den Troya’ya geçeceğimizi duyan Taldıkorgan’lı bir kız “İzmir’e yakın, Efes-Selçuk’ta Meryem Ananın mezarı var.” deyince oraya mutlaka gitmeye yeltendim. Ramazan’a nasıl gideceğimizi öğrenmesini söylemiştim. İnsanlık tarihinin bütün tarihini gözler önüne serebilecek böyle bir seyahat fırsatı bir daha çıkmaya bilirdi
İşte şimdi de erkenden yola çıkıyoruz. İzmir’e kadarki yol, Konya ile Salihli’nin arası gibi. Hava durumu da öyle. Tepeyi aşınca önce deniz sonra Ege denizi kıyılarına yerleşmiş ve Türkiye’nin yaşamaya en elverişli kentlerinden biri İzmir ayaklarınızın altında görünür. Nüfusu dört milyon civarında. İnişli çıkışlı tepelerle, denize kadar inen vadilere yerleşmiş bir şehir. Uzaktan bu eski şehrin camilerinin kubbeleri görünüyor. Körfezde ise gemiler var. Bu şehir nereden başlar, nerede biter belli değil. Bir tarafı dağlarla çevrili, öbür tarafı deniz, ortası çukur düzlük. Büyük bir tepeden aştığınızda önünüze çıkan şehir de İzmir. Böylece Karaburun, Altıntepe gibi yerlerden geçtik. İzmir genişlemeye meyilli bir şehir. Yağmurdu çamurdu doluydu dinlemeden yolumuza devam ettik.
Odisse ve İlyada’nın izi olan ve milattan önceki binli yıllardaki uygarlık merkezi Efes idi. Yanılmıyorsam milattan önce 700 lerde Madi liderliğindeki İskitler de buraya gelmişti, dünyanın yedi harikasından biri olan Artemis tapınağıda burada olmalıydı. Onikinci asırda da buraya Selçuklular geldiler. Ramazan kardeşim seri araba kullanıyor. Denize kadar inen yamaçlar nasıl güzel. Hayran kaldım. Bir süre sonra göz ucunda gösterişli bir kale göründü. Tabii ki kale falan değildi, deniz feneriydi. Dönemecin sonunda bütün bir tepeyi kaplayan ve kuş tüneyen eski bir yapı dikkatimizi çekti. Selçuk ilçesini ikiye ayıran bölgede tepeye yerleşmiş. Sanki kuluçkaya yatmış Anka kuşu misali bir yapıydı. Bulunduğumuz yerden direk geçiş yoktu çevreyi dolaşmak gerekiyormuş. Sorduklarımız Selçuk kalesi dediler. Türkye’nin bütün eski şehirlerinde olduğu gibi dar bir sokaktan Adınoğullarından İsabey’in 1375 te yaptırdığı camiye geldik. Büyük girişiyle ön yüzü cilalanmış mermerle kaplıydı. Dört köşeli avludaki bazı objeler Efes’ten getirilmişler. Duvarlar boyunca hat sanatının örnekleri var. Mezar taşlarındaki kavuklar bile sanat eseri. Mezar taşlarındaki isimler okunabilir. Caminin içi geniş. Müzelik eşyalarda orada muhafaza edilmekte. Diz çöküp kuran okuduk ve daha önce gördüğüüz Selçuklu kalesine baka baka Efes’e doğru yol aldık. Daha 1000 km. yolumuz var. Troya’ya erken gitmemiz lazım. Bu yüzden acele ediyoruz.
Yolun iki yakasına üç kmboyunca dikilmiş ağaçların arasındaki aslan heykelli yoldan ilerleyerek Efes harabelerinin kapısına geldik. Şimdi buradan aldığımız intibaları nasıl ifade etmeli. Niçin bu kadar uzun yolu çektik ve bunu yazmak için kitap yazmak bile az gelir. Çünkü ilk okuldan itibaren öğrendiğimiz tarihin en eski dönemlerinden başlayan insanlık tarihinden bahsetmek gerekecek. Bu yüzden ben; beni buraya getiren Herodot tarihine, onun muhtevasında ve benim Dulıga isimli eserimde bahsedilen İskitlere, Erapalara ve Amazonlara ait bir-iki olaya değineceğim.
Milattan önceki 3000lerde, etrafı denizlerle çevrili Ayagüzel adındaki adaya Arzavanlar Apas adıyla bir başkent yaptılar. Herodot’un verdiği bilgilere göre, Ellalıların küçük Asyayı istilası işte bu Efes ten başlamıştır. Atina’daki prense bir falcı sizin başkentinizin nerede olacağını balık ve yaban domuzu gösterecek der. Atina’dan uzaklaşmak isteyen prens denize açılır. Bir kıyıya çıkar ve balık pişirirken yangın çıkar. Bundan sonra orandan kaçan bir yaban domuzunu avlar. Tam o sırada falcının söyledikleri aklına gelir. Başkenti orada inşa etme emir verir. İşte burada, prens göçebelerle kadın savaşçılarla karşılaşır. Efes’in temellerini, onlardan önce İskitlerin savaşçı kızları “Kadın Savaşçılar” Amazonlar atmıştır. Amazonların Efes’I başkentleri olarak özellikle savunmalarını Strabon da, Pausanias ta yazmıştır. Böylece erkek yürekli savaşçılarla, kız yürekli savaşçılar sevgi ordusuna dönüşmüşler. Bu sevginin timsali olarak Amazonlar Artemis tapınağını inşa etmek için yarışma açarlar ve böylece dünyanın yedi harikasından biri meydana gelir. İşte bu konu bizim (Kazakların) Efes’le ilişkisinin ilk düğümü. Dolayısıyla Ege denizi Agay denizi sözünden çıkmıştır. Yani bu aga balası Argın’ın adından gelmiştir gibi bizim ağabeylerimiz tarafından ortaya atılan saçmalığı tekrarlamak istemiyoruz. Fakat bizim kadın savaşçı ablalarımızın başlattığı tarihi karşılaşmayı reddetmek istemiyoruz. Amazonların göçebe kızlar ordusu olduğunu ve onları İskitlerin Erkek Ablalar(Erkek Fatmalar) olarak adlandırdıklarını bilge Herodot ta Strabon da yazmıştır. Amazonlara yakınlığımızı reddetmeye de hiç hakkımız yoktur.
Aradan geçen onca asırlardan sonra VII yüzyılda İskitler akinaklarını bellerine bağlayarak, yaylarını karınlarına takarak yeğenlerini “aramaya” gelmişlerdir. “Yeğenlerinin milli özelliklerini kaybetmesine” kızan İskitler Karadenizden gelen gemileriyle İskitler ve amazonların vatanı Artemis’i yakıp yıkarlar. Bu konuyu Dulıga isimli eserimde yazmıştım.
(Bu arada nesir kuralını bozarak, meşhur alim ve şair Kalimah’ın Artemida’ya ithaf ettiği övğü şiirinde İskitlerin küçük Asya’da 28 sene iktidar olmalarını tarif eden :
“…daha sonra senin kutsal bulduğun yere (Efes’e) büyük saray yaptırıldı; tan nuruyla sarmalanan bu yapıdan daha güzel ondan daha saltanatlı saray yoktur; o Pifondan da büyüktür. Bu yüzden Tomuruk Ligdamis (İskit kralı) onu yıkmak istedi, kısrak sağanların büyük ordusunu getirdi, onlar İnak boğazında uzakta yaşarlar. O biçare kral, nasıl şaşırdı. Onun kendisi de başkaları da Kaystr’ı arabalarla çevirerek koruyanların hepsine de İskityaya geri dönmek nasip olmadı. Çünkü senin silahını Efes’in kendisi koruyordu.” Satırlarını tırnak içinde vermeyi uygun buldum.)
Kalimah’ın yazdığı gibi İskitler geri dönmedi, “kımızlarını içmeye devam ederek” bu bölgeye 28 sene hükmettiler. (Bu arada, Türkiye’deki tek kımız üretimi İzmir’de Hasan Ağabeyin Şirzat ismindeki kardeşi tarafından yapılmaktadır.) Sevgi Meydanının sembolü olan Artemis tapınağını yerle bir ederler. Zamanla İskitlerle yakın çevrede ortaya çıkan Lidyanın kralı Krezüs, M.Ö.560da şehri ele geçirir ve Artemis tapınağını restore eder. Mimarlığı geliştirir. Daha sonra bu bölgeye, vaktiyle Kazak bozkırlarında biri hayatını kaybeden ve diğeri de onursuzluk yaşayan iki Pers sultanı, Daryuş ve Kir de gelmişlerdir. Büyük İskender’in doğduğu gün, adımı dünyada yeryüzünü ateşe vermekle meşhur edeceği diyen Gerostrat, Artemis tapınağını ateşe verir. Büyük İskender Artemidayı tekrar canlardırmaya yeltenince ora halkı: “Bir tanrının bozduğu tapınağı tekrar canlandırmamalı” itirazıyla karşılık verirler. Onun yerine Efes şehri güzelleştirilir.
Böylece efsaneye dönen Efes’in tarihi böyle başlar. İki tepeli Ayasulık’ın eteklerinden yukarılara doğru kat kat olarak beyaz mermerden yapılan binalar, kudretli kolonlar, mermer sokaklar ve kütüphanesi, bütün bir yamaca yayılmış ve 24.000 seyircinin sığabileceği büyük tiyatro, küçük tiyatro, tören alanı, ebedi ateşin yandığı saray, Güzellik tanrıçası Afrodit ve Diyonis’in, Herakles’in, Hermes’in heykelleriyle süslü anıtlar ve binalar, termal hamam, halkevi, senato, stadyum, Gimnazyum, Meryem ana kilisesini gezerken antik dönem dünyasında yaşıyormuş gibisiniz. Savaş meydanından dönen savaşçıların dinlendiği halk evini gösteren mermer satıhdaki kadın ayağını gösteren resimden başlayarak Artemis heykelinin bulunduğu kutsal alana kadar ki tarihi objeleri seyrederek, hepsini incelemek için haftalarca kalmak gerek. Ama buradaki Amazonlardan, Artemise, Kleopatraya, Meryem Anaya ve Türk asıllı Ayasultana ait efsaneler ile anıtların tarihini uygarlık tarihçileri bile yazmakla bitiremeyecekleri büyük bir destandır. Efes de o geçmişin mermere nakşedilen destanıdır. Selçuk ilçesindeki müzede onun ders kitabı gibidir. Hepsini görerek öğrenirsiniz. Ben de kalem erbabı olsam da antik dönemin kudretini orada yaşadığım kadar yakın ve derinden hissetmedim. Bu Ayagüzel’i- vaktiyle dalgaların yıkadığı kıyıları, uzaklarda görünen Artemida’yı( şimdiki Selçuk ilçesini) araltepe olarak hayal ederek, İskit Amazonlarını, Ligdamis ile Madi kralları, Kambisi, Daryuş ve Kir’i, Geostratı, İskenderi, Sezarı, İncili yazan Yoan evliyayı, Edil(Attila) ile elçilik münasebet kuran Justinyanı, Süleyman Halifeyi hatırlamak bile bir güne zor sığardı.
Yine de İsa peygamber çarmıha gerildikten sonra ona inananları Kudüsten çıkararak Efese getiren ve hristiyan dininin hadislerini biraraya getiren “yedi cin sahibi” ve peygamberin havarisi Meryem ananın(Mariya Magdalena) kilisesi ile kulübesini görmeden gitmek imkansızdı. Magda’daki evinden çıkan Mariyanın sabırlı öğretileri sonucunda hristiyanlık oluştu. Bu toplumcu hanım olmasaydı dünyada en çok inananı olan bir dinin olmayacağını bütün din tarihçileri tasdikler. Mariya Magdalena’nın(Meryem Ana) İsa peygamberin hanımı mı? gönüldaşı mı? ümmeti mi olduğu konusu şüphelidir. İsa peygamberin sonradan gruplara bölünen inananları 431-de bu manastırda toplantı yaparlar. Üç ay boyunca süren dini tartışmalar sonuç vermez. Böylece Efes dini tartışmaların değil, dini birliğin merkezi oldu. (Şimdi de her sene bu Meryem ana manastırına dünyanın her tarafından gelen hristiyanlar toplanırlarmış.) Süleyman halifenin liderliğindeki Müslüman sahabiler 716-da Efes’e peygamberin tuğunu dikerler. Selçuklular dağın adını Ayasuluk olarak değiştirdiler. Kiliseler camiye döndü. Efes- Selçuk oldu. İskitlerin ana amacı gerçekleşti. Yirminci asrın yirminci yıllarında antik Yunanlıların yeğenlerinden hiç kimseyi bırakmadan Yunanistan’a göndermişler. Şimdi onlar artık Türkiye’ye sadece turist olarak gelebiliyorlar.
Selçuk’un ortasında Türk bayrağı dikili Araltepeye baka baka , Artemis ve Geostratı hatırlayarak Ege denizi kıyısından 700 km kuzeye ilerleyerek Troyaya-Çanakkaleye yola çıktık. Karaburunu, Altınoluku geçtik. Sakız nehrini de Buruncuk’u da geçince Zeytindal’a vardık. Bütün Türkiye’yi ve bizi de zeytinle doyuran bölge burasıdır. Çandırlıdan Ayvalığa, Akçay’a , ordan da Ezine ve Lapseki’ye gidersiniz. Şair Gafuv’un Kazak bozkırlarında giderken:
Deme bunu şımarıklık, İnanazsanız bakın
Uludağa ulaşmaya aceleyle Geyik çeken arabayla gidiyoruz.
Şiirini hatıladım ve biz de Troyaya yetişmeye çalışırken gemilerle yarışıyorduk. Onlar da bizimle yarışıyordu ve biz tepeyi aştığımızda önümüze çıkıveriyorlardı. Dalgalar bazen köpüklenerek gökyüzüne yükseliyor, bazende beyaz köpüklerle kızgın kızgın kendiyle mücadele ediyordu. Elbetteki kar, yağmur, dolu ve gökkuşağı birbirine karışmıştı. Çanakkaleye gündüz gözüyle gidemeyeceğimiz belli olmaya başladı. Ama Ramazan gaza basınca trafik durdurdu. Aynı bizim memlekettekilere benziyorlar. İki yüz dolar ceza yazdı. Ne yapalım, Troya’nın sadakası olsun!
İşte Ege denizi kıyılarındaki antik dünyanın gölgeleri Bülbül dağının gözetmenleri ve deniz feneri uzaklarda göz kırpan ışıkların ensesinde Troya kalıntıları karanlığa gömülerek geride kaldı.
Ancak sadakamız kabul olmadı. Ezine’yi geçerken yıldırımlar ve sağanak ümidimizi söndürdü. Şimşek çakınca çıkan ışık gözleri kamaştırıyordu. Bu bölge Türkiye’nin hem kutsal hem de en hasret yüklü bölgelerindendir. Türkiye’nin tek başına bütün Avrupa’nın birleşik ordularına karşı savaştığı bölgedir. Çok stratejik bir yer. Troyanın da yenilgiye uğrayarak Odisseye konu olmasının sebebi de stratejik bölgede olmasındandır. Mümkün olmadı. Bütün Türkiye’yi dolaşınca baş hedef olarak seçtiğimiz Troya’ya beş km. kala vedalaşmak zorunda kaldık. Orası zaten dağın tepesinde, tam olarak arkeolojik çalışma yapılmamış. Gecenin yarısında bekçiler de sokmaz ve bu şimşekle sağanak altında hiç bir şey görünmez. İçim yana yana, pişmanlıkla Ege deniziyle Marmara denizinin birleştiği burna geldik. Araba vapuruyla on kilometre ötedeki Avrupa yakasına çıktık. İstanbul’a gece saat iki de vardık.
OOO bilgiç kadın! Öğleden sonra bizimle endişeli şekilde telefonla konuşmuştu. Galiya ablayı, sıcak, tavşan kanı çayları demlemiş, çorbaları baharatlamış ve yüzünde şefkat gülümsemesiyle bizi bekler bulduk. Ancak o zaman Has-Ağa aklıma geldi. O da birkaç kere telefon etmiş. Kendimizi biraz toparladıktan sonra hesap verdik. “gerçekten yanındaki yol arkadaşını yarı yolda bırakmayacak kadar sağlam adamların padişahıymış.” Sabah ola-hayrola diyerek Galiya ablanın yumuşak yatağına oturdum. Ne kadar yorgunluk çökse de günlüğüme isteksizce uzandım. Gecenin saat üç buçuğuydu.
27 Mart. İstanbul:”Türk Dünyası” ile İstanbul Üniversitesi. Uykumu almış olarak uyandım. Galiya ablanın her zamanki koyu kırmızı çayı. Tabiiki benim susuzluğum çay ile değil, artık unutmaya başladığım anamı hatırlatan halalarımın şefkati idi. Önceden tanıdığım Sıdıkan aksakal sabah erkenden gelmiş. Ramazanla beraber bugünkü planımızı yaptık.
“Türk tarihiyle ilgili kitaplar..” deyince Galiya ablanın ağzına derhal Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı geldi. Güzel bir fırsattı. Çünkü bu evin kızı Saadet orada müdürmüş. Ramazan bizi eski İstanbul’u tanıtarak sıkışık yollardan geçirerek Sıdıkan ağa ile Türk Dünyasına getirdi. Vaktiyle medrese olan bir binaydı. Evde bize ev sahipliği yapan Saadet kardeşimiz bizi karşıladı. Türk Dünyasının neşrettiği, Oljas Süleymenof’un, Kabdeş Jumadil’in M. Şahanof’un kitapları dikkatimi çekti. İstediğimi almak konusunda Saadet kardeşimizden izin aldık. Seçtiklerim iki koli oldu. Daha önceden edinmeyi hedeflediğim Altınorda, Türkistan ve Kazan Hanlıklarının Yarlık ve Bitigleri gözüme ilişmedi. Bu dileğimizi yapmayı üstüne alan Saadet kardeşimiz, İstanbul Üniversiesi ile Osmanlı arşivlerine telefon ediyordu.
Tam o sırada, vaktiyle Türkistan’da ders vermiş ve doktora tezi Mukagali Makatayef hakkında olan Metin Köse de geldi. Sadece yardımcı olmaya çalışmadı, aradığım eserler hakkında çalışan bütün alimlerle konuştu. Bu arada İlyas Topsakal ile Musa Duman da geldiler ve aradığım bütün kitapların fotokopisini yarına kadar hazırlamaya söz verdiler. Lokantadan yemek yedik ve Türk Dünyasının başkanı Turan Yazgan’la tanıştık ve sohbetleştik. Gerçekten de Türk Dünyasına emeği geçmiş, genel Türk tarihi konusunda tarihi efsanelerin hepsini toplayarak basmayı ele almış sayın başkanımız kendileriymiş. Bizim Dulıga kitabımızı da merak etti ve Saadet’e mutlaka bulunmasını söyledi. (Akşam yemeğinde Hasan Ağabey okusun diye getirdiğim Dulıganın iki cildini Saadet kardeşimize verdim). Ben de kırktan fazla seçme kitap aldım. Bedavaya verdiler. Sonra Köse beyle İstanbul Üniversitesinin el yazmaları ve nadir kitaplar bölümüne gittik. Dekanla tanıştım. Nadir kitaplar arasında 1914 te Katanof tarafından verilen kütüphane muhafaza edilmiş. Katalogunu inceledim. İsmini bildiğim ve bilmediğim kitaplar vardı, ancak fotokopi almama izin verilmedi. Hazinenin nerede olduğunu öğrendiğime sevindim.
Bugünkü kazançlarımız bizim gerçekten “şanslı yolcu” olduğumuzu gösterdi. Çünkü burada anlatılanları elde etmek için defalarca gelmek ve haftalarca uğraşmak gerekecekti. O da bir şans eselesi. “Türk Dünyasının” desteği sayesinde daha önce Kazakistan’da ders vermiş Türk alimlerinin de yardımıyla işimiz kendiliğinden yapılıverdi. Osmanlı İmparatorluğunun ve İstanbul Üniversitesindeki nadir eserler kütüphanesinin kataloglarını, “Türk Dünyası”Vakfının kütüphanesini gördüm. “Otrar” kütüphanesi akademik fonunu kurmaya çalışan “Kazak El Yazma Eserleri” isimli 10 ciltlik kitaba gerekli olan ve XIXX asırlara ait Kazakistan’la ilgili 30 civarında ilmi araştırma kitabını aldım.
İlave olarak Osmanlı İmparatorluğunun arşivinden çok nadir bulunan ve Kazakistan için çok gerekli ve sadece arşiv çalışanlarına verilen:
1.Topkapı Saray Müzesi arşivinde bulunan AltınOrdu, Kırım ve Türkistan Hanlıklarının Yarlık ve Birigleri. 1940.
2. AltınOrda devleine ait metinler. 1941.
3.Altın Orda hanlığını kuruluşu ve gelişmesi. Metinler. 1976.
4. Sovyetler Birliği bünyesindeki Altın Orda halklarının metinsel araştırması ve kaynaklar. 1990.
5. Osmanlı ile Türkistan arasındaki Yazışmalar (XVI-XX asırlar). Ankara. 2004.
6. Osmanlı İmparatorluğunun Yapısı(Kuruluşu, Fermanlar, Yazışmalar. Kataloglar.). I.Cilt. 1988.
7. Osmanlı İmparatorluğunun Yapısı(Kuruluşu, Fermanlar, Yazışmalar. Kataloglar.). II.Cilt. 1989.
8. Yarlık Metinleri. 1993.
9. Osmanlı Arşivindeki Kazan (Nogay, Sibir, Astrahan) Hanlıkları Metinleri). 2005.
10. Osmanlı İparatorluğunun Yıllıkları (1299-1512). Etinler. Kataloglar. İstanbul 2000.
Listesindeki bu kitapları veya bunların fotokopyalarını almak mümkün oldu.
Bunlar çokdeğerli el yazması eserler “Otrar Kütüphanesi” ndeki alimlerin ilmi çalışmalarına, Kazak tarihine ait kültürel kaynakları seçme ve ilmi değerlendirmeler yapmalarına yardımcı olacaktır.
Çok kısa bir seyahatte elde ettiğimiz sonuçlar oldukça verimliydi. Tatmin olmuş bir tarzda ikindi civarında Galiya ablanın evine döndüm. Bu akşam için İstanbul’daki Kazakları toplayarak bir yemek verecek. Bir iki saatlik dinlenme esnasında valizimi ve günlüğümü düzenledim.
Galiya ablanın akrabaları, dayıları, yeğenleri toplandı. Kayınbiraderi Sıdıkan Ağa, Madalim Hacı, onun damadı Ramazan Dönmez, Kulakay hacı, Mediy Çalışkan, Masaliy Cedik, Ayımhan Satıcı, Ali Engin, Mustafa, Türk yengemiz Şefkar, Türk damat Mahmut, kızları ve bizim yarlığayıcı meleğimiz Saadet, oğulları diş doktoru Turan, Havayolu görevlisi İbrahim toplandık. Akademisyen Abdülvahap Kara geldi. İstiklal mücadelesinin savaşçısı, bu dünyanın cehennemini göre Madalim hacı ile bu evin dünürü ile ağabeyimiz Ramazan şakalaşarak oturdular. Madalim hacının sohbetini dinlemeye koyulduğunda gözlüğünün arkasından insanın ğöğsünü delercesine baktıktan sonra yastığa yaslanarak Altay Dağlarından istiklal uğruna yaptıkları mücadele ve sonrasındaki göçten biraz bahsetti. Bu kısa sohbeti yazmamazlık edemeyeceğim.
Madalim hacının sohbeti. Nereden silah buldunuz, göçe nasıl başladınız ? diye mi soruyorsun. Alibek Hakim dikkatli bir kişiydi. Doğu Türkistan cumhuriyeti Çinlilerin kontrolüne geçerek ordu terhis edildiğinde, Doğu Türkistan İslam Cumhuriyetinin Halk Kahramanı ünvanına sahip olsa da komunist idareciler ondan şüphe ediyorlardı. Alibek Hakim zeki, seri ve nişancı yiğitleri çevresine toplayarak büyük bir mücadeleye hazırlanmaya başladı. Elimizdeki silahlarımızı sakladık. Çinliler liderleri toplantıya çağırırlarsa mücadele başlayabilirdi. Alibek Hakim o toplantılardan birine gidince ben daha önceden Sovyet askerlerinin bulunduğu bölgeyi kolaçan etmeye çıktım. Bir vadiye tırmanırken yeni kazılmış bir toprak arasından bir tahtanın ucunu gördüm. Hemen attan indim ve tek başıma orayı kazmaya başladım. Meğer o zamanın bütün gençlerinin sahip olmayı hayal ettiği gibi yepyeni sapsarı saplı tüfeklerdi. Kutu kutu kurşunları da vardı. Bir tanesini seçtim ve tekrar yamaçtaki çalılıkların arasına gömdüm. Ertesi günü yine oraya gittiğimde bir grup Çin askerinin yamaca tırmanmakta olduğunu gördüm. Hemen saklandım. Tam dünkü tüfeklerin gömülü olduğu yerde durdular, atlarından inerek benim bulunduğum yere doğru yürümeye başladılar. Meğer o askerler odun toplamaya gelmişler. Çalıları kökünden koparmaya başladılar. Allah korudu ve gömülü tüfekleri görmediler. Onlar gider gitmez atıma bindim ve koyun güden eniştemize gidip durumu anlattım. Yanımıza güvenilir iki genç daha aldık ve 200 tüfeği kurşunlarıyla beraber develere yükledik, koyun ağılına gömdük. Toprağın üstüne koyunları yürütünce hiç kazılma izi kalmadı. Tabii üst baş toprak oldu, yıkandık. Babamdan (Ağabeyi Omar Çobanoğluna) saklamak mümkün değildi. O da Alibek Hakim’e haber vermek için beni yanına aldı. Bunu duyar duymaz Alibek Hakim gece geldi tüfekleri aldı ve seçtiği gençlere dağıttı. Hepsine tüfek kullanmayı öğretti. Başka bir silah deposu daha bulundu. Çok geçmeden göç ettik. Meğer son gittiği toplantıda Sovyetlerin danışmanı Alibek Hakim’e “ Hey Kalibek! Eğer bir çaresine bakmazsan senin hayatın tehlikede“ demiş.
Yol çok meşakkatliydi. Bizden önce otuzlu yıllarda gidenlerin tecrübesi olmasaydı bizler Himalayaları sağ-salim geçemezdik. Canımhan Altay’ın hükümete karşı sorumluluğu olduğu için babasını hükümete emanet etti. Afganistan’a gidemezdik o bölgede kızıllar engel koymuştu. Dunghuan tarafında ise Çinliler vardı. Önümüzde Taklimakan vardı. Taklimakan’dan geçmek ve Tibet ile Himalayaları aşmaktan başka yol yoktu. Mecburi olarak Tibet’e doğru yol aldık. Binlerce hayvandan oluşan ( büyük ve küçük baş) sürüler, kilometrelerce uzayan göç kervanı, bağıran develer, kişneyen atlar, ağlayan çocuklar… Devamlı değişen hava durumu. O zamanki meşakkat anlatmakla bitmez. On sekiz yiğidi seçerek ön tarafa gönderdi. Göç kervanının konaklama yerlerini belirliyoruz, önden gelecek düşmanı bekliyoruz. Göç boyunca kızıl çin ve ak çin askerleri yolumuzu kesti, böğrümüzden saldırdı, arkamızdan kovaladılar. Tabii ki elimizde tüfek oldukça düşmana teslim olabilir miydik! Tüfeğim cook güzeldi. Böylece bir sene kadar göç ettik. Önceden giden Kazak göçünün adamlarıyla karşılaştık, tavsiyeler aldık.
-En çok zorlandığınız ve halkın bitap düştüğü anlar hangileriydi?
-Allahın her gün çarpışma, hiç bir gün rahat uyumadık. Yine de en zoru ve insanların en çok zorlandığı dönem Tibet platosundan geçerken oldu. Hayatta bu kadar iflah olmaz bir tabiat görmezsiniz. Geriye dönme ümidi kesilince Tibet platosunda hayatta kalma mücadelesi verdik. Dolayısıyla orada sadece Tibet’e özgü hayvanların etlerinden faydalandık. Yabani atlar boldu. Bütün plato çırılçıplaktı. Atların yiyebileceği bir şey yoktu. Suyu rüyanızda bile göremezsiniz. On bin kadar koyun, sürülerle atlar ve develerimizle göç ediyorduk. Ama bizim hayvanların etini yemedik. Onları yediğimiz zaman derhal hastalanıyorduk. Esekbattı da çok sayıda atlarımızı kaybettik. Ondan sonra avladığımız hayvanların etlerini yıkayarak atlarımıza yedirdik. Atlar av hayvanı etlerini yonca yercesine çiğneyerek yutarlardı. Ama kanlı etleri yemiyorlardı. Buna dayanamayarak kendi hayvanlarımızın etlerini yiyenler de kendi hayvanlarımız da hep öldüler. Çocuksuz topluma dönüştük. Yüksek basınca karşı küçük çocuklarla atların idrarlarını ilaç olarak kullandık. Nihayetinde kurtulduk. Döngen ve Tibet askerleri de çok zorluk çıkardılar. Çaresizlikten kendimizi korumak için Tibetlilere gördüğümüz yerde saldırıyorduk. Onların hayvanlarını ve yiyeceklerini gaspettik. Onların inancına göre yolcuya dokunmazlarmış. Bu bizim işimize geldi. Ama onlarda bize hiç acımadılar. Sulak yerlere gitmemizi engellediler. Böylelikle Himalayaları aştık. “Diye derin bir nefes aldı Madalim hacı.
Aksakal biraz dinlensin diye ondan daha genç olan Madiy hacıya döndü:
-Siz neler yaptınız o zamanlarda dedim.
-Bunların hepsini kurtaran benim, dedi.
Sofradakilerin hepsi de:
-Evet doğru söylüyor. Bunun çok emeği var, diyerek gülüştüler. Bu gülüşmeleri pek anlayamadığımı görünce:
-Ben o zamanlar onlu yaşlardaydım. Bunların hepsi de benim önümde gelip bardaklarını doldurmamı isterlerdi, dedi keyifle.
-Gerçek kahraman siz olmalısınız dedim safça.
Meğer Madi ağabeyimizin çocuk idrarı dağ zirvelerindeki dağcı hastalığının birebir tedavi yöntemi olan en ilkel ilaçmış.
-Elimizdeki silahın ve bunun gibi çocukların doğal ilaçları sayesinde masmavi buzların üzerinde uyuyarak, at ve develerin ayaklarına buzdan kaymamaları için keçeler bağlayarak, Himalayalardan da geçtik! O buzullar hayvanların ayaklarına yapışınca nallarını bile koparabilirdi. Hindistan ve Pakistan hududuna geldiğimizde sınır muhafızları bizim girmemizi engellediler. Arkamızda tüm askeri teçhizatlarını kuşanmış Çin askerleri bizi kovalıyordu. Üç kişiyi elçi olarak gönderdi. Ne yapıp edip konuşun siyasi sığınmacı olduğumuzu üst makamlara iletsinler. Daha sonra Müsiüman üikelerden birine gönderirler şeklinde istek yapın dediler. Hintliler yanlarına yaklaştırmıyorlardı. Biz onları gözetlerken aralarından üç asker ayrı bir yerde namaz kıldılar. Müslüman olduklarına inanınca bizde yavaşça onların arkalarından sokulduk. Onların birisi komutanmış. Problemimizi anlattık, bu grubun kadınlar ve çocuklarla, ihtiyarlarla dolu olduğunu, arkamızda kovalayan Çinli askerler olduğunu, biz ise dinimizi korumak için bu mezalimden kaçmakta olduğumuzu anlattık. Onlar bizim bu talebimizi yukarı makamlara ileteceklerini, ertesi günü tam o vakitte orada olmamızı söylediler. Meğer onlar Pakistanlı (aslında Keşmir Müslümanı olmalılar)askerlermiş. Hintlilerle araları iyi değilmiş. Hintliler bütün silahlarınızı teslim ederseniz sınırdan geçireceğiz dediler. Çaresiz olarak silahları teslim ettik. O sırada Çinli askerlerde bize saldırarak silahsız insanları yok etmeye başladı. Biz durumu anlatarak kendimizi savunmamıza imkan vermelerini talep ettik. Kalibek Hakim 18 nişancı seçti, silah ve mühimmatla donattı ve Çinlilere karşı gönderdi. İki yüz civarında talimli asker, makinalıları, otomatik silahları ve el bombaları vardı. Nişancılar ellerine silah alınca derhal mevzilendiler ve hepimiz attığımızı vurmaya başladık. Çinliler makinalıyla taradığı zaman çevremizdeki kayalar parçalanıyor, ağaçların dalları kırkılarak yere düşüyordu. Biz de nişancılar olarak devamlı yer değiştiriyorduk. Hepimiz hedefi vurmak için tetiğe basardık. Göç kervanındakiler kaçışıyor, Hintli askerlerde durmuş bizi seyrediyorlardı. Bir gün boyunca böyle çarpıştık. İkinci günü Çinliler herşeylerini bırakarak geri çekildiler. İşaret gelince bizde sınır muhafızlarını yanına döndük. Daha önceki tavır değişmiş, saygı görmeye başladık. Silahlarımızı aldıkları zaman bizden korktuklarını anladık. Meğer bizim çarpışmamızı uzaktan dürbünle izlemişler. Askeri talimi nerede aldığımızı sordular sonra doğal nişancılığımıza hayran olmuşlardı. Bir batalyonla bir gün boyunca çarpışan nişancıların hepsi sağdı. Sadece bir kişinin yüzünü kurşundan parçalanan taş parçalamış. Karşı tarafta ölen Çinlilerin sayısı yüzelliden fazlaydı. Çarpışma sahasını gören Hintli komutan hayran oldu, benim askerlerim olmaya layık savaşçılarmışsınız diyerek sırtımızı sıvazlayarak sınırdan geçirdi. Bunu sırrı şöyleydi; biz iki sene boyunca sürdürdüğümüz geriila savaşının taktiklerine iyice alışmıştık. Ama mühimmatlarına güvenen Çinliler ise bundan bihaberdiler. Biz çarpışırken devamlı yer değiştirerek her taraftan etraflarını çevirircesine dolanırdık. Başka türlü olsaydı yani bizim taktiğimizi anlayan Düngen veya Tibet askeri olsaydı bizim sadece 18 kişi olduğumuzu derhal anlarlardı. Nihayet, emekdar tüfeğimle orada vedalaştım.
Sınırdan geçtik ama şehre ulaşmak için yine sarp kayaları aşmamız gerekiyordu. Eğer bir kaç gün içinde bu geçidi geçemezsek bütün göç kervanı gelecek seneye kadar burada kalmak zorundaydı. O durumda kesinlikle açlıktan ölebilirdik. O sırada Alibek Hakim hükümetle anlaşarak bir uçak kiraladı. Üç binden fazla insanı bir haftada taşımak mümkün değildi. Çoluk-çocuk, ihtiyarlar ve hastalar ilk olarak uçağa bindiler. Göç kervanıyla gelen 3000 koyunun parası bizi ölümden kurtardı. Böylece Hindistan-Keşmir’e ayak bastık. Oradaki müslümanlar bizi sıcak karşıladı. Başkaları da bize sevgi göstermese de, iteklemediler. Bu arada bütün göç kervanı birleşti. Amerika elçiliğiyle Birleşmiş Milletlerin yardımıyla Türkiye’ye geldik. İşte şimdi burdayız diye sözünü bitirdi Madalim hacı.
Evett, istiklalin meşakkatli yolu ne kadar zor olsa da, bağımsızlık ruhuyla ömür geçirmek o kadar tatlıdır.
Bu arada Köksegen, Sıdıkan, Malik aksakalların, Hadiyşa Nene, Galiya ablanın sohbetlerini birleştirerek yazmak istiyorum. İlk göç kafilesindekiler müslüman bir devlete gitmek istemişler. Amerikan elçisi vedalaşırken dolar banknotını ikiye bölmüş ve birini kendisi diğerini de göç liderine vermiş. O dolar parçası ile göç kafilesi nereye ve hangi ülkeye gitmek isterse ABD o ülkeye onlar için kefalet verecekmiş. Amerikan temsilcisi yırtık doları görerek diğer yarısıyla birleştirmiş ve Birleşmiş Milletler aracılığıyla onlara mali yardım verdirmiş. Kalibek Hakim ve Hüseyin Teyci ve başka liderler Amerika’ya gidersek evlatlarımız hristiyan olurlar; Arab memleketlerimize gidersek Kazaklığımızı kaybederiz. Kanı bir Türk yurduna gidelim kararına varmışlar. Ama Türkiye devleti onları kabul etmemiş. Ancak Menderes başbakanlığa gelince özel temsilci göndererek onları mülteci ve Türk soylu oldukları için gemiyle aldırmış. İlk önce İstanbul’a gelmişler. Hadiyşa Nenenin Menderes’e saygısı da bu yüzden olsa gerektir. Bir sene içinde onlara yer beğenmeleri söylenmiş. Üç yüz aile hayvancılığa elverişli Altayköyü, Alibek Hakim liderliğindeki grup ticarete elverişli Salihli’yi tercih etmişler. Niğde bölgesi sazlık ve bataklıkmış. Kazaklar çevreden traktör kiralayarak bataklığı kurutmuş ve tarıma başlamışlar. Mısır ve tahıl ekmişler kısa zamanda toparlanmışlar. Kazakları daha önceden bilmeyen Anadolu Türkleri, onları önce yadırgamışlar. (Toprakların başkalarına verilmesinden kim hoşlanır) Ancak Kazaklar hükümet korumasında olduğu için gençlerin aşk-maşk problemleri çok fazla büyümemiş. Fakat daha sonra dünürlükler ilerlemiş, kız alıp vermeler çoğalmış. Niğde’nin en zengin on kişisinden birinin Kazak olduğunu duydum. Denize yakın Salihli’dekilerin de durumları iyi. Siyasete karışarak 12 Eylül öncesinde Bozkurtların üyesi olarak hapse atılan Turan, Galiya ablanın oğlu ile de epey sohbet ettim. Bozkurt partisi şimdi siyasetteki partilerden biridir. Tam o seçim öncesi günlerde, Bozkurtların lideri Türkeş(aslında Muhsin Yazıcıoğlu) helikopter kazası geçirdiği için kaza yerinde araştırmalar yapılmaktaydı. Galiya ablanın ailesiyle tanışıyorlarmış. O liderle aynı hapislerde bulunan Turan bu evin oğlu ve şimdi diş doktoru, silah üreten atölyesi de varmış. “Bağımsız devletin kendi silahlarını yapabilmesi lazım. Ben bu konuda Kazakistan’ın ilgili makamlarına teklif verdim. Bağımsız Kazakistan’a benim yapacağım katkı olurdu. Bunu iletin” diye ricada bulundu. Onun bu arzusunu buradan iletiyorum.
Galiya ablanın Türk damadı Mahmut ile edebiyat ve özellikle Türkiyedeki edebi hareketler ve eğilimler hakkında fikir teatisi yaptık. Özellikle en tehlikelisi Türk milletinin iç gelişmeleri hakkındadır. Batıya yöneliş, ulusal değerleri ve tarihi olaylara farklı bakış açılarının ortaya koyulması konuları endişe kaynağıdır. Benim aklıma “Kazakistanlı Halk” kavramını, bizim vazgeçtiğimiz komunizm ütopyasını tekrarlamak isteyen bizim “Kazak ideologları” geldi. Tarih boyunca bağımsız yaşayan Türk milleti bile manevi kayıplar yaşarken, daha bağımlılık boyunduruğundan kurtulamamış olan bizleri ne menem hayat beklemektedir. Abdülvahap Kara’nın telefonundan Meryem Kırımlı’yla konuştuk, Üçümüz “Doğu Türkistan Milli İstiklal hareketi” başlıklı 5 ciltik bir eseri beraber hazırlamaya karar verdik. Abdülvahap bize bundan 3-4 yıl evvel böyle anlaşma yaptığı Mansur Teycinin hatıralarını hazırlamakda olduğunu ve onu bize vereceğini söyledi. Biz selam ederek sonucu beklediğimizi söylemesini rica ettik. Abdülvahapla Meryem Türkiye, Avrupa ve Amerikada çıkan eserleri çevirmeyi kabul etti.
Böylece koyun kellesi ve etini yiyerek, yoğurtlu et suyunu içerek, kırmızı koyu çay içerek altı saat boyunca sohbetleştik. Gençlerle konuşmaya fırsat olmadı. Fakat Ramazan ve ŞükrüAli’yle sohbetlerimden, televizyondan öğrendiğim kadarıyla bugünkü Türk toplumunun uygarlıkların karıştığı fener olduğunu anladım.Ben bu insanlarla ayrılamaya kıyamayarak vedalaştım.
Gecenin sonuna doğru Hasan Ağamız haberleşti. Kendisi Münih’te olmasına rağmen bize Türkiye’de organize ettiği misafirperverliğe teşekkür ettim. Bizim hakkımızda.”Dayılığından başka eksikliği yoktur” demiş. Bende karşılık olarak “yeğenden gördüğüm iyilik bu olsun” dedim. Gerçekten de Allahın yardımıyla, o kişi de ben de memnun olduk.
Yarın sabah yedide memlekete döneceğim. Kitapları topladım. Gündeliği yazmak da kısa gecenin biraz vaktini aldı.
Erengül Şükrüalikızı (Salihli)
28 Mart.Türkiye’ye gelip, dünya güzelliğinin en önemli örneği Topkapı sarayını, Aya Sofyayı ve Sultanahmet camisini görmeden gitmek eğitimli insanlara yakışmazdı. Daha öncede gezmiş olduğumdan bu sefer çabuk gezdim. Bu medeniyetler merkezinin siyasi, dini, milli, tarihi ve sanatkarlık tarihi konusunda ansiklopedi yazılabilir. Bu sefer benim dikkatimi çeken konu Ayasofyanın restorasyonu oldu. Hristiyan ile müslüman, özellikle Türk dünyasındaki büyük tartışmalardan biri de budur. Yani Ayasofyayı restore ederek yine eski kilise haline döndürmektir. Bu konuda Türklerin de fikirleri ikiye bölünmüş. Ancak sonuçta iki dini de memnun edecek seçim kabul edilmiş.Vaktiyle Topkapı’da sultan tahtına oturuverişliğim de vardı. O sıradaki hissiyatımı da burada anlatmak istiyorum.
Hediyesiz seyahat olur mu? Avrupa ile Asyayı besleyen İstanbul’un halk pazarına (KapalıÇarşı?) da Ramazan’la gittim. Bütün gün gezsek bitiremeyeceğimiz çarşıymış. Bizim gibilerin gideceği yer değilmiş. Sadece can satılmıyor, başka her şey var. Bize sadece can gerek olduğu için fazla dolaşmak istemedik.
Galiya ablanın koyu kırmızı ve bedava çayını doya doya içtik. Galiya abla ile Sıdıkan ağanın hanımı Şefkar yenge çoluk-çocuklara hediyeler verdiler. Bu da bir gelenek. Benim için Ramazan tarafından Kazakların atölyesinde torunlarım için özel dikilmiş deri paltolardan daha kıymetli bir şey yoktu. Hepsiyle vedalaştım. Galiya ablanın hüzünlü gözlerini görünce anam ile halalarımın gözlerini hatırladım.
Elveda Zeytinburnu! Sağlıcakla Galiya Abla! Sağlıcakla kalın bir kaç günkü dostluklarını bütün bir ömre değişmeyeceğim değerli kardeşler. Sağlıkta tekrar görüşelim bu seyahate sebep olan Münihteki Hasan Ağa diye arabaya bindim.
Eyy Allah-ü teala! Yurtdışına giden kazakların Kazakistan toprağını basar basmaz dillerinin hemen Rusçaya dönüşüvermesini anlayamıyorum. Kazakça yol tarifini bile anlamıyorlar. Aman da eğitimlerine ve kültürlerine…Gören gözün beğeneceği kadar yakışıklı iki Kazak genci benim bagajıma yardımcı oldular. “Buradaki gazinoya geldik ve üç gün üç gece uyumadan oynadık. Bir senelik dinlenmeye değdi. Takım elbise eksikti onar tane aldık”dediler. Bacanaklara sevinerek Almatı’ya ulaştım.
Üç saatliğine de olsa buradaki Alma ile Nazım’ı kokladıktan sonra Astana’ya yola çıktım. Sunkar karşıladı. Torunlarımı kokladım ve özlem giderdim. “Şanslı Yolcu”nun günlüğünü burada bitiriyorum.
Nisan yağmurları ile biten Nevruz kutlamaları bereket kaynağının başlangıcı olsun.
NOT: Astana’y dönünce internetten bu seyahatin amacıyla ilgili Ankara’dan doktor Meryem Kırımlı’dan aldığım mektubu da ekliyorum.
“Çok Değerli Tursın Ağa Jurtbay!
Telefonda bahsettiğiniz 1-Thomas Laird’in Into Tibet” kitabına ek olarak Prof. Linda Benson’ın 2-Ili Rebellion, 3- Last Nomads of China, ve 4-James Millward’ın Eurasian Crossroads gibi kitaplarında dedem Alibek Hakim hakkında bilgiler vardır. Fakat ingilizce olarak daha önceden çıkan kitaplar, doktora tezleri ve makaleler de çoktur. Ancak batıda copyright belası-kanunları olduğu için (ve ben o yazarların hepsini tanımadığım için) (tanıdıklarımdan) onlardan izin alabilirim diye düşünüyorum. Onlarla haberleşmek icap etmektedir. Bu konuda sizden resmi yazı bekliyorum. Tercüme çok zor olmaz ama hukuki açıdan düzgün çalışmak ve yazarlardan resmi izin almazsak mahkemeye verirler büyük problem doğar.
Size telefonda söylediğim gibi, bende “Kazak” gazetesinin bir kaç sayısı var. Maalesef tamamı değil. Bu mektuba ek olarak size bir tanesinin fotokopisini gönderiyorum. (Hepsini bir mesajla göndermek ümkün değil).
Size sağlık ve işlerinizde başarılar dileyen kardeşiniz Meryem Hakim.”
Kardeşimize de esenlikler dileriz. Buna benzer bir mektubu İstanbuldaki alim Abdülvahap Kara’dan da aldım. Allah kısmet ederse bu büyük plana başlarsak, Kazak maneviyatının rüzgarlı bir köşesini kapatacağını düşünüyorum.
İstanbul-Ankara-Niğde-Altay Köyü-KonyAfyon-İzmir-Selçuk-Efes-Çanakkale-Troya-İstanbul-Astana.
Достарыңызбен бөлісу: |